12 Ekim 2011 Çarşamba

Kim izliyor kardeşim bu dizileri ?

Özel televizyonların var olduklarından beri TRT'nin dizi anlayışına karşı bir mücadele verdikleri kesin. Ülkede sadece TRT varken yayınlanan dizileri hatırlıyorum da genelde dramaydı hepsi. Hep tiyatro ve sinama oyuncuları rol alırdı. Benim hatırladığım bizide rol olan tek şarkıcı Ayşegül Aldinç'ti.

Özel televizyonlar bu kuralı baş aşağı yaparak bir çığır açmayı denediler. İki günlük şarkıcıları başrole koyup etrafına gerçek oyuncuları serpiştirip abuk sabuk senaryolarla dizi üstüne dizi denediler. Çok uzun süre tutmadı bu. Ama tabi sonunda deneme-yanılma yöntemiyle, işin sırrının sadece bütçeyi arttırmak olduğunu öğrenerek seyirciyi tavlamayı başardılar.

Sonuç ? Sonsuz yerli dizi patlaması !

Halimiz o kadar acınası olmuş ki artık ulusal kanallarda yabancı bir film izleyebilmek için yazın gelmesini ve dizilerin tatile girmesini bekliyoruz. Ya da paraya kıyıp Digitürk gibi paralı yayınlar satın almamız gerekiyor. Yabancı dizi izlemek için ne yapmak gerekiyor peki ? Mesela CNBC-E ve E2 dışında yabancı dizi yayınlayan kanal var mı acaba ? Kaldı mı ?

Gelelim son yıllarda yayınlanan ve yayınlanmış 23434548375948375848975 tane diziye. Sanki birer mitöz bölünme gibiler. Birbirine kavuşamayan aşıklar ve hayatta tüm amacı onların arasını bozmak olan kötü insan senaryoları hala revaçta elbet.

Ama buna bir de mahsun bakışlı çocukların öne çıktığı, çok fakir insanların aşırı zengin insanlarla yollarının kesiştiği, 50lerde, 60larda, 70lerde geçen dönem dizileri, konusuyla tek ortak yanı karakterlerin isimleri olan süper kötü roman uyarlamaları, dünyada tutmuş ama ülke insanımızın bihaber olduğu dizilerden çalıntı, ya ahşap konaklarda ya da çok acayip villalarda geçen diziler eklendi mi tamam, bu işin mayası tutuyor.

İşin acı kısmı da her dizinin arkasında yatan ciddi insan emeğinin olması. Bu kadar kötü senaryo ve oyunculukla ard arda dizilmiş her dizide resmen bir yetenek ziyanı söz konusu. O kadar çaba ve parayla o kadar dizi yapmak yerine elle tutulur 5 dizi çıkarsalar inanın Türkiye'deki diziler komşu ülkelerde ikon olmaktan çok daha iyi yerlere gelecektir.

Hadi birileri pişirip pişirip aynı kötü tatlı yemekleri önümüze koyuyor diyelim. Peki neden bu kadar insan kendilerini kaybedercesine kaptırıyor kendini bu dizilere ? Yemin ediyorum, ne zaman bir dizi muhabbetinin ortasında kalsam ya da daha kötüsü bir dizinin izlendiği ortama girsem kendimi zombiler arasında hissediyorum. Ama daha insan eti yemesi gerektiğini fark edememiş, sadece uyuşuk ve sürekli aynı şeyi yineyelen türden zombilerin.

Nedir kardeşim bu dizilerde sizi yakıp kavuran ? Nedir sizi heyecanlandıran bu garip hikayelerde ? Var mı sizi şaşırtan sahneler, büyüleyen oyunculuklar, etkileyen diyaloglar ? Bu işin tek medyumu ben miyim yahu? Nedir bu sittin senedir bitmeyen dizi merakı, söyleyin dostlar !

1 Ekim 2011 Cumartesi

Üçüncü sayfa haberi yapmak ister bu deli gönül

Biraz önce Twitter'da okudum. Türk gazetelerindeki tek doğru bilgi, tarihtir diye. Acımasız ama haklı bir eleştiri aslında.

Çocukken gazete okumaya bayılırdım. Evde yere yatar, gazeteyi önüme serer, tek tek her haberi gözden geçirirdim. Şimdilerde önüme gazete koysalar, sanki mikroplu bir bulaşık beziymiş gibi elimin tersiyle itiyorum.

Hala gazeteyi yalar yutar gibi okuyan arkadaşlarım var, onları kıskanmadan edemiyorum. Zira bende ne o sabır ne de dayanıklılık kaldı.

Gözümde elle tutulur tek gazete Cumhuriyet. O da içimi kararttıkça karartıyor. Ancak uçak yolculuklarında okur olmuştum bir ara. Uzun ve kaçışı olmayan yol boyunca mecburen okunabildiği için. Hem de ne yalan söyleyeyim biraz da tüm gazeteleri elden geçirdikten sonra gene mecburen Cumhuriyet'e el atmak zorunda kalacak diğer yolculara verebilmek için..

Neden bu kadar soğudum gazetelerden ? Açıkçası tencere, tava verdikleri dönemde bile hala sevimliydiler bence. Şimdi ise ya canlarının istediğini haber yapıyor ya da baskı altında haber yapmaya zorlanıyor gibiler. Bir de tek bir haber ajansından kopyala-yapıştır şeklinde aynı haberi tonla gazetenin birebir aynı geçmesi de cabası.

Ama gazetelerimizde hala değişmeyen birşey de var tabi: Üçüncü sayfa haberlerindeki yaratıcılık gücü. Birbirini kesip doğrayan aşıkların, eşlerin, babaların ve çocukların haberlerindeki sebepler adeta sıkı bir Stephen King okurunun elinden çıkma gibi.

Artık o muhabirler hastane civarında mı takılıyor, yoksa eskisi gibi polis radyosuna takılıp olay yerine mi gidiyor nasıl haber kovalıyor bilmiyorum. Emin olduğum şey ortada bir cinayet ya da tecavüz varsa çok fazla derinine inmeden üstüne çok güzel süslü hikaye yaratabildikleri.

Lise ikideyken sıra arkadaşımın ailesine bir gazeteden araba çıkmıştı. Ertesi gün tabi gazete hemen ön sayfada anne ve babasının resmini yayınladı. Ellerinde gazete oturmuş zoraki bir ifadeyle poz veriyorlardı. Gazetemizi çok seviyoruz, çok teşekkür ederiz şeklinde de standart bir açıklama tabi. Arkadaşım ise eve gelen muhabirlerin annesiyle babasının eline gazeteyi tutuşturup fotoğraflarını çektiğini ve onlara her hangi birşey sormadan etmeden gittiklerini anlatmışlardı. Yani haberde iki doğru vardı. Araba kazandıkları ve yanyana duran bir karı-koca fotoğrafı.

Muhabirleri, editörleri yermiyorum. Herşeyde olduğu gibi yönetimle, tepeden gelen emirlerle ve elbette ekmek kavgasıyla ilgili bu işler. Mesleğine inanan, zor koşullarda görev yapan ve sadece eli kalem tuttuğu için yargılanıp hapise atılan gazetecilerin olduğu bir ülkedeyiz, sakın onları da dahil ettiğimi düşünmeyin. Benimki tamamen bir olay ve fotoğraftan muhteşem ve özgün hikayeler yaratıp haber diye yayınlayan gazete mantığına olan tepki.

Bir de baldızını kaçırıp hamile bıraktıktan sonra kaçan adamın, üst komşusuna gece elektrik süpürgesi çalıştırdığı için kafa göz giren kabadayının ya da hızlı başlayıp erken biten gecedeki trafik kazalarının meraklısı okur kitlesi var ki onlara zaten ne sunsan inanıp bir de etrafındakilere koşturarak anlatırlar ya.. O yüzden tıpkı Ayhan Sicimoğlu'nun deyişiyle hastasıyım şu üçüncü sayfa haberlerinin..

20 Eylül 2011 Salı

Vi ar di vörld vi ar di çildırın

Seçme yurdum şarkıcılarının Somali'ye büyük sefer düzenleyeceğini öğrendiğimde aklıma şöyle bir görüntü geldi. Mağrur ve üzgün Audrey Hepburn taklidiyle Ajda Pekkan kemikleri çıkmış bir Afrikalı çocuğu kucağına almış sarılıyor..

Neyseki bu sahte tablo gerçekleşmedi. Onun yerine Nihat Doğan Somali halkı ile Türk halkı arasında hangisinin ' insan ' olduğu karmaşasını yaşadı. Sertab Erener yerel dansçılara eşlik etti. Geçti bitti.

Benim Somali ile ilgili anlamadığım konu şu. Somali zaten fakirlik, iç savaş ve açlıkla boğuşan bir ülke değil miydi ? Neden bir anda Türkiye bu ülkeyi kucaklama ihtiyacı hissetti ? Ne bileyim, ilkokuldan beri kardeş ülke diye anlatılan Pakistan geçen yıl sel felaketinde yüzbinlerce insanı evsiz bırakırken, zaten fakir halk üstüne salgın hastalık ve açlıkla mücadele etmek zorunda kalırken, hatta dünyanın dikkatini çekmek için Angelina Jolie bile orayı ziyaret etmişken neden Somali kadar popüler yardım hedefi haline gelmedi bizde ?

Ya da madem amaç dünyanın en yoksul halklarına destek olmak ise Kongo, Birundi ya da Sierra Leone gibi diğer ülkelerin, yıllardır diktatör azabından yarım milyon insanın hayatını kaybettiği Darfur'un Somali'den farkı ne ?

Bundan on yıl önce de yüz yıl önce de Afrika hep acı içindeydi. Kara kıta adını halkın deri renginden aldığını sanan şaşkınların bu Somali'yi yeni keşfetmiş hallerini hakikaten anlamıyorum.

Somali'ye yardım etmeyelim sitemi değil bu. Sadece madem bir yardım hareketi var, bunu gaza gelmiş şarkıcı hareketi olarak değil, uzun süreli, projeli ve sistemli bir düzenle yapmak gerekir diye düşünüyorum. Sadece bir ülke ile değil tüm dünya halklarına karşı bir destek olması gerektiğini inanıyorum.

Bundan üç yıl önce korsanları kaptanlarımızı kaçırdı diye hor görülen bir ülkeyi anlamadan bilmeden kucaklamaktan daha akıllıca davranmamız gerek diyorum !

12 Eylül 2011 Pazartesi

Çizginin öte yanı

Şairin yolun yarısı dediği dönemde, bebek sahibi olunca hayatınızda neler değişiyor, nasıl bir yörünge kayması oluyor ben size kısaca özet geçeyim hemen.

- Bir kere İran gibi ataerkil toplumun ülke kanunlarına işlediği ülkelere anlam vermek zor. Bebek ve çocuk işi yüzde yüz anne becerisi ve sorumluluğu altında. Ufak bir bebekle ya da 5 yaşındaki çocuğuyla 24 saat kesintisiz ilgilenip günün sonunda akıl ve beden sağlığını hala koruyabilen bir baba var mıdır hiç inanmam. Çocuğu babanın zimmetli malı olarak gören bu abuk ülkelerdeki babalar da zaten annelerinden ayırdıkları çocukları da muhtemelen kendi ailelerine ya da başka kadınlara teslim ediyorlardır. Saçmalık.

- Lise son sınıfta üniversite sınavlarına hazırlanırken bir testte şöyle bir cümle okumuştum. ' Kadını güçlü kılan anneliktir' diye. Anne olmayan kadın zayıftır diye bir önerme yok tabi ama anne olan kadının potansiyelini hiç de hafife almamak gerekiyor. Sessiz, sabırlı ve uyumlu gözüken hallerine aldırmayın, ormanda on kaplan gücüne sahiptir kendisi, fena parçalar..

- Evet, uykusuzluğa alışılıyormuş. Uykunuzun en ağır ya da tatlı neyse artık, o kısmında hafif bir vıklama ile yattığınız yerden fırlamak gibi bir içgüdünüz oluyor. Yeni doğmuş bebeğiniz o gece dört saat aralıksız uyuyup sizi sabaha karşı uyandırdıysa dünyanın en şanslı annesisiniz demektir. Gecenin bir yarısı gözlerinizi açıp sessiz bir ortamla karşılaşmak ise en büyük şaşkınlıklardan biri. Yani genelde ne zaman çalacağı tamamen doğanın oyunu olan bir alarmlı saatin kuklasısınız. Ama neyseki aynı doğa ana çok değil, iki üç ay sonra sizi bu uykusuzluğa karşı dirençleştiriyor. Yıkılmadan ayakta kalabiliyorsunuz.

- Keyif denen eylemin tanımı sizin için tamamen değişiyor. Mesela benimki güzel bir banyo sonrası ayaklarımı uzatıp CSI ya da Law & Order izleyip bir yandan fındık kemirmekti. Şimdiki keyfim, banyo yapabilecek vaktimin olması. Bir diğer keyfim tadı, ısısı, kıvamı güzel yemekler hazırlayıp eşimle, arkadaşlarımla sohbet ederek vakit geçirmekti. Şu anda keyif sadece karın doyurmak eylemiyle tatmin olabiliyor. Ha dört gün önce pişirilmiş yemek, ha sabahtan beri dört kere ısıtılıp en sonunda soğuk olarak ağzınıza tıkıştırmaya karar verdiğiniz bir besin, fark etmez.

Çizginin öte yanında hayat buradan böyle karamsar gözüküyor, ama insanın başına gelince o kadar da içinizi karartmıyor. Üstelik bu tablo gene bence en en en iyi olan senaryoyu anlatıyor.

Çizginin öte yanında, bir de fiziksel ya da mental rahatsızlıkla dünyaya gelen, ya da çok ufakken ciddi hastalıklara yakalanan, kaza geçiren ve sürekli bakıma muhtaç olan bebek ve çocukların anneleri var. Daha yolun çok başında olsam bile emin olduğum birşey var ki evrende bu anneler kadar güçlü ve saygı duyulacak başka kimse olamaz..

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Dogal ihtiyac molasi

Mayistan bu yana bloga el atamadim. Kafama takip buradan saydiracak konu olmadigi icin degil ( sukur !!! ). Bir nevi dogal bir surec yuzunden ufak bir adamla ilgilenmem gerekiyordu. Ondan arta kalan zamanda uyku ve yemek gereksinimlerimi giderdigimden buraya uzak kaldim.

Ama kurtulus yok, tum uyumsuz ve huysuzlugumla acimadan harcayisima kaldigim yerden aynen devam etmeye az kaldi...

:)

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Bir garip yolcu Yusuf İslam

Onun Cat Stevens hallerini ancak 80'li yılların meşhur nostaljik toplaması Anılar albümlerinde tanımıştım. Oysa o sıralarda çiçek çocuğu halinden çoktan çıkmış kendisini İslam dinine adamış ve bambaşka bir dünyada yaşıyordu.

Ortaokuldaydım sanırım, 32. Gün'de artık Yusuf İslam adını benimsemiş haliyle bir röportajı yayınlanmıştı. Uzun hacı sakalı ve gene uzun koyu renk kıyafetleriyle Suudi Arabistan'lı bir din adamından hiçbir farkı yoktu o görüntüde. İşlettiği müslüman okulunda oturmuş, Mehmet Ali Birand'ın " Peki o eski günleri, şarkılarınızı hiç özlemiyor musunuz ?" sorusuna acı acı gülüp başını sallayarak " Hayır, hem de hiç " yanıtını verdiğinde garip hissetmiştim.

Bir insanın bir uçtan diğer uca geçişinin en yalın haliydi Yusuf İslam. İngiltere'de Rum bir baba ve İsveç'li bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş olmasına karşın kendi kültürüne uzak bir din ve yaşamı bu kadar benimsemiş olması elbette tuhaf değil. Sadece insanın sanki geçmişi büyük hata ve utanç doluymuş gibi herşeye sırtını dönmesi beni tedirgin etmişti. Zira biz hala o şarkılarını dinliyorduk ama adamın bu tavrından dolayı neredeyse bizim de kendimizi suçlu hissetmemiz gerekiyordu.

90'lı yıllarda Yusuf İslam neredeyse her sene Türkiye'ye gelir oldu. O dönemde etrafı tıpkı kendisi gibi onlarca öğrenci tarafından sarılmış bir halde bizim okula yani Marmara Üniversitesi'ne konferanslar vermeye gelirken görürdüm. O kadar yakınımda ve aynı zamanda bir o kadar da uzağımdaydı o zamanki Yusuf İslam.

Sonra 11 Eylül olayları gerçekleşti. Duydum ki olayların arkasında İslami terör olması en çok Yusuf İslam'ı etkilemiş ve üzmüş. Sonra zamanla da gördüm ki bu üzüntü Yusuf İslam'ın kapandığı kabuktan biraz daha sıyrılmasına da sebep oldu.

Hem giyim kuşamındaki radikallikten hem de yalnızca ilahiler için kullandığı o güzelim sesinden bizler için fedakarlık yapmaya başladı. Hiç özlemiyorum dediği şarkılarını BBC'de unplugged konserlerde seslendirdi. Zamanın en sıkı boybandlerinden olan Boyzone'un eski üyesi Ronan Keating ile eski şarkısı Father and Son'da karşılıklu düet yaptı.

Bugün altmışlarında olan şarkıcı sanıyorum ki arayış yolculuğunu hala sonlandırmış değil ama en azından seyahatine yalnızca kendi kafasında olanları değil artık herkesi dahil edebildiğini görmek güzel birşey. Çünkü ister Stevens, ister İslam olsun, kendisi hala günümüzün en güçlü erkek vokallerinden biri..

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Satış sonrası hizmet anlayışı

Sevgili Pisikopati'nin şu yazısını okuyunca kafamda müşteri memnuniyeti ya da satış sonrası hizmetlerle ilgili deneyimleri şöyle bir döndürdüm. İşin aslı müşteri hizmetleri denen sektörün doğrudan içinde yer alan bir kişiyim. Ama sonuçta bu sadece bir kaç yıllık bir iş tecrübesi ile bağlantılı olduğundan ve bundan önceki hayatımda her zaman müşteri tarafında yer aldığımdan konuları değerlendirirken karşı tarafın gözünden bakmaya dikkat ediyorum.

Türkiye tüketici hakları bakımından tam bir cennet. Kafasını kullanan herkes satın aldığı bir maldan isterse hayatının sonuna kadar verim sağlayabilir. Çünkü neredeyse daha ilk bozulmada ya da kötüye kullanımdan kaynaklı zararlarda malın üreticisi her zaman suçlu kabul ediliyor. Böyle olunca o mal ya yenisi ya da üst versyonu ile değiştiriliyor veya kullanıcıya ücret iadesi yapılıyor.

Bugün özellikle elektrikli alet ve elektronik cihaz sektörünün bu ülkede hala ayakta kalmasının tek sebebi Türk halkının okuma merakının olmaması sayesindedir. Diyorum ya biraz meraklı ya da kötü amaçlı biri o kanunu ve garanti koşullarını didikler ve firmalara istediğini yaptırabilir.

Gelelim firmaların müşterilerine karşı tutumlarına. Ben tabi kendi işimi bildiğim için bugün özellikle pahalı bir cihaz satın alıyorsam önce cihazla ilgili alacağım garantili servis güvencesine bakıyorum. Evet, kanun hep tüketicinin yanında, ancak bürokratik yavaşlık diye de bir gerçek söz konusu. O yüzden deli para sayıp aldığım televizyon bozulup da serviste iki ay kalır ve ben bu iki ay televizyonsuz kalırsam tüketici heyetlerinin ya da diğer tüketici hakkını savunan örgütlerin beni haklı bulması nereden baksanız üç ile altı ayı bulabiliyor. Haliyle ben de malımı alırken albenisi yüksek olana değil, beni satış sonrasında üzmeyecek markalara bakıyorum.

Zira normaldir, her cihaz bozulabilir. Önemli olan markanın bunun ne kadar arkasında durabildiği.

Doğru yaklaşım ve düzgün bilgilendirme ile bozulan bir cihaz o kullanıcının o markaya olan güven ve sadakatini ömür boyu bir bağlılığa dönüştürebilir.

Yani, onca reklama akıtılan paradan çok daha ucuza bir hizmet sunarak markalar hem kullanıcılarını kazanmış olurlar; hem de potansiyel yeni müşterilerin dikkatini çekerler.

Formül bu kadar basit.

Zaten aslında dediğim gibi bu ülkede bunu zorunlu kılan yasa varken markaların bunu fırsat bilip müşterilerine karşı hassas yaklaşmalarında fayda var. Küsmüş bir müşterinin bile kalbini kazanmak inanın çok kolay.

Ama malesef satış ve pazarlama kadar cazip olmayan satış sonrası hizmetler Türkiye'de sanki utanılacak bir masraf kapısı ve geliştirilmeye değmez bir zorunluluk olarak görülüyor. Böyle olunca da tıpkı Pisikopati'nin anlattığı gibi insana o markadan alışveriş ettiğine bin pişman eden sonuçlar doğuruyor.

O yüzden benim gözümde değerli olan marka, en iyi, en yeniyi sunan değil, satış sonrası da sizi kollayan markadır..

26 Nisan 2011 Salı

Sanat elden gidiyor

Türk insanının sanatla olan sınavı 1994 yerel seçimleri sonrası Melih Gökçek'in Ankara'daki bazı heykellerle ilgili tükürük içeren fikrini beyan etmesiyle başladı. Aynı dönem, İzmir'den belediye başkanı seçilen Burhan Özfatura da Yaşar Kemal'in sanatını sorgulamış ve iki üç kıytırık roman yazdı diye bilip bilmediği konularda konuşmaması gerektiğini söylemişti.

O zamandan bu zamana yetişen yeni nesli düşünüyorum da sanırım sanatı devletin, aşırı şüpheyle yaklaştığı, hatta engellediği bir tür muhalif çıkış aracı olarak tanımlıyorlardır. Sanatın içinde elbette eleştiri var ama salt bir tehdit ve tenkit olarak görmek de ilginç tabi.

Bugün ülkenin sanata ve sanatçıya bakış açısı bir tiyatrocu oyunda başbakanın kızına el göz işareti yaptı diye devlet tiyatrolarına olan ödeneğin kısıtlanması, açılış kokteyline bile tahammül edemeyen mahallelinin bir resim sergisi açılışında insanlara saldırmasını haklı göstermek ve ülkenin en iyi heykeltraşlarından birinin olan eseri tek kalemde ucube olarak niteleyip yıkma girişimiyle gittikçe daha bir karamsar hal almaya başladı.

Sanatı anlamamak kimsenin suçu değil elbette. Fakat anlayamadığın ya da bunun için çaba dahi göstermediğin esere ya da eyleme savaş açmak çok ilkel bir tepki bence.

2002 seçimleri öncesi belli bir kesimin artık ağzından düşmeyen " Din elden gidiyor !" çığırtkanlığının yerini artık görüyoruz ki " Sanat elden gidiyor" söylemi almış. Tabi ki hiçbir zaman din elden gitmedi ve elbette bu abuk bakış açısı yüzünden yetkilerini bir kültürün ana damarını yok etmek için uğraşmakla da sanatı kimse silemez bu ülkede.

Fakat son on yedi yıldır, birşeylerin gittikçe daha da ters gittiğini de artık görüp fark etmek gerek..

21 Nisan 2011 Perşembe

Kendinden emin insan modeli

İki yıl önce tam da bu günlerde Britan's Got Talent yarışmasına bir kadın katıldı. Korkunç kıyafeti, korkunç saçları ve korkunç İskoç aksanıyla sahnede jürinin önüne geçti.

Bir sürü adayın beceri adı altındaki maskaralığından bezmiş jüri ki alışılagelmiş üzere içlerinden biri çok acımasızdı, 47 yaşındaki kadına hayalinin ne olduğunu sorduğunda Boyle " Profesyonel şarkıcı olmak" demiş ve seyirci dahil oradaki herkes suratını ekşitmişti. Peki neden bugüne kadar gerçekleşmedi diye sorduklarında ise kendinden emin bir halde o güne kadar hiç şans verilmediğini ama şimdi o gün sahnede herşeyin değişmek üzere olduğunu söyledi.

47 yaşında, ufak bir İskoçya kasabasında, hayatında kedisinden başka hiç kimsesi olmamış bir kadın olarak muhtemelen sönük bir hayat yaşamış bu kadının o günden iki yıl sonra Madame Tussauds müzesinde balmumu heykeli yapıldı.

O gün kimsenin onu dikkate almadığı " İşte herşeyin şimdi değişeceği yer burası" sözlerini söylemesinden 5 dakika sonra Susan Boyle patladı.Yarışmayı kazanamadı ama zaten final gecesine kadar sadece o eleme günündeki performasının yüzmilyonu deviren izlenme oranıyla henüz Justin Bieber ortalıkta yokken Yotube'un efsanesi haline geldi.

Evinde oturmaktan başka bir hayat sürmeyen, dünyadaki milyonlarca orta yaş ve üstü kadının idolü olan Boyle, özellikle Amerika'da kendi ülkesinden daha çok şöhret oldu.

Albümü, dönüşünü onunla aynı döneme getirme şanssızlığına denk getiren Eminem'den daha çok sattı.

Susan Boyle, yıllar süren bir çalışma ve azimle değil, yalnızca 5 dakikada bu üne kavuştu ve iki yılda ondan çok daha önce bu yola baş koymuş insanlardan daha hızlı yükseldi.

Ama haketti ama medyanın şişirmesi sayesinde bu kadar yükseldi, orası göreceli bir konu.

Bu kadının benim üzerimdeki hayranlığı hala o eleme gecesindeki çirkin ördek yavrusu haliyle birazdan herşeyin nasıl değişeceğini ilan etmesiyle başladı. Bunu söylemesinin ardından insanları daha üçüncü saniyede dumur eden sesiyle sonrası zaten çorap söküğü gibi gelmişti..

14 Nisan 2011 Perşembe

Manço

Barış Manço'nun parçaları Türkçe'ye övgü gibi resmen. Anlatım zenginliği ve alttan alta verdiği mesajlar zaten insanın aklından hiç çıkmayan melodiyle çok iyi uyum sağlıyorlar..

Sonra da şu şarkı sözlerine bakıp hala iki günlük şarkıcıları öven zihniyetleri anlamayı akıl bir türlü kabul etmiyor !

Alnı açık gözü toklar buyursunlar baş köşeye
Kula kulluk edenlerse ömür boyu taş döşeğe
Nefsine hakim olursan kurulursun tahtına
Çala kaşık saldırırsan ne çıkarsa bahtına
---
Sapa kulpa kapağa itibar etme dostum
İçi boş tencerenin bu sofrada yeri yok.
Para pula ihtişama aldanıp kanma dostum
İçi boş insanların bu dünyada yeri yok.
Halil İbrahim Sofrası

Gözümde yaş görseler
Erkek ağlar mı derler
Gökler ağlıyor dostlar
Ben ağlamışım çok mu?
Rahmet yağarken
Dostlar ben ıslanmışım çok mu
?
Ali Yazar Veli Bozar

Yaz dostum
Selam almayana yiğit denir mi?
Yaz dostum
Boşa geçmiş ömre yaşam denir mi ?

Sarı Çizmeli Mehmet Ağa

7 Nisan 2011 Perşembe

Bir nesli nasıl kaybettik ?

Sanıyorum bugünlerde benim yaşım ve üstümdeki herkes artık genç olmadığı için şükrediyordur. Her sene adı değişse de özünde tek bir sınavla geleceğini bağlayan bu sistemin insanlığı içine soktuğu durum hakikaten vahim. Hele bu seneki sınav artık bence bir neslin psikolojik olarak çöküşüne sebep olmuştur.

Lise sondayken bir öğretmenim " Üniversite sınavına hazırlanmak insan haklarının yüzde altmışından vazgeçmek demektir." demişti. Haklıydı da. Yani kafayı istediği okula girmeyi takmış birinin, hem lise sondaki derslerini çalışması, hem dershaneye gitmesi hem de tüm boş vakitlerinde test çözmesi gerektiği düşünülürse zaten geriye kalan zaman ancak yemek, yol ve uykuya ancak yetiyor. Onyedi, onsekiz yaşındasınız ama hafta sonu arkadaşlarla çıkalım, sinemaya gidelim, kafelerde takılalım hevesi hep vicdanınızla hesaplaşmanıza neden oluyor.Bir de hormonlar tavan yapmış, aklınız gönül ilişkilerinde, oy, tam bir kişilik mücadelesi..

Bu dönem, hatta sene diyelim o kadar travmatikti ki yatıp kalkıp tek konuştuğumuz konu sınav, üniversite, sınav ve üniversite idi. Böyle olunca kulaktan kulağa yayılan uydurma haberleri, yok bu sene şu değişecekmiş, sınava şu şekilde girerse alınmayacakmışsın, sınavda felsefe soruları çıkmayacakmış gibi zilyon tane dönen geyiği düşünün bir de. Üstelik de açıp kontrol edebileceğimiz bir Internet de yok. Elimizdeki tek kaynak okul ve dershanelerdeki öğretmenlerdi. Ve onların sayesinde genelde bu her hafta türeyen yeni uydurma haberlere aldırmadan hedefe yönelerek içimiz rahat ders çalışabiliyorduk.

Sınavı atlatıp hayatın diğer ağır zorluklarına kapılmış olsak da geriye dönüp bakınca bu sınav sisteminin her sene üstünde oynanarak ne hale getirildiğini görüp tam zamanında yırtmışız diye teselli bulduğumu hatırlıyorum.

Ama bu seneki duruma bakınca, ortada ne güvenilecek bir kimse ne elle tutulur bir sistem ne de ileride ne olacağı belli. O sınav temposunun açtığı ruhsal yorgunluğa bir de bu şifredir, kopyadır söylentileri eklenince o çocukların artık psikolojik olarak çökmüş olduklarına kesinlikle eminim.

Bundan dört beş sene sonra çalışma hayatına atılacak bu nesil iş yerlerinde tuhaf davranışlarda bulunup özel hayatlarında da deformasyona uğrarlarsa hiç şaşırmamamız lazım. 2011 yılı üniversite girişli misin diyelim, evetse yanıt peki diyip oradan uzaklaşalım. Zira bir nesli kaybettik, biz de çok fazla üstünde kafa yorarak sinirlerimizi bozmayalım.

Zamanında ünlü düşünürler bu şarkıda hislerini ifade etmişlerdi ama onlara kulak vermek yerine çocuklara karşı dava açılmıştı..Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar elbet..

4 Nisan 2011 Pazartesi

Ben bilmem, beyim bilir

Geçen hafta cumartesi seyahatten sabah beşe doğru geldim eve. Uyandım evde elektrik kesik. Önce beklesem mi oldum; sonra dayanamadım site güvenliğini aradım sordum. İyki de sormuşum, yalnızca bizim ev kesikmiş. Sigortalara baktım birşey yoktu ama güvenlik, görevli gönderdi apartmanın altındaki sigortalara baksın diye.

Çok geçmeden elektrikler de görevli de geldi. Adama sabah uyandım elektrikler yoktu dedim, buzdolabı olabilir dedi.

Aslında bir sene evvel evde oturmuş televizyon izlerken de bir anda voltaj düşmüş sonra evin sigortaları teker teker atmıştı. Ondan bahsettim adama, yok yok dedi hemen, o zamanki başkaymış, bu sefer evde birşey kullanmadan sigorta attıysa buzdolabınızı kontrol ettirin dedi gitti.


Eh dedim, işten anlayan o, gerçi buzdolabı bir yamuk yapsa anlardım ama neyse. Elektrik geldi ya mutluyum.


Sonra kahvaltımı hazırladım televizyon karşısına geçtim, o ne ! Bu sefer de Digitürk gitmiş. Hıı dedim bu sigorta yüzünden ayarları kaydı herhalde. Kurulumu baştan yaptım olmadı. Hiçbir kanalı bulamıyor.

Digitürk'ü aradım, servis göndermek şart dedi. E iyi madem öyle, gelsin bakalım dedim.


Sonra hadi dedim eşimi arayayım da anlatayım durumu. Önce elektriklerden başladım, buzdolabı sorunlu sanırım diye girdim, o ise sabah tost yaparken elektrikler gitti dedi. E yani buzdolabı günahsız bu durumda. Çünkü tost makinası bir süre önce bozulmuş, servise vermek yerine bu işlerden anlayan bir tanıdığımıza makinayı yaptırmıştık. Belli ki tost makinası aslında pek olmamış. Daha ilk kullanımda sigortaları attırmış.


Digitürk diye anlattım, servise gerek yok, site yönetimini ara gelir yaparlar dedi. E iyi de bu Digitürk, sitedeki ustalar ne alaka dedim, yok yok yaparlar. Eh iyi dedim aradım yönetimi.


Telefonu açan adam hanfendi Digitürk ile ne alakamız var, servisi çağırın diye girdi direkt. E ama hani belki uydu falan diyecek oldum hayır servisi arayın biz bakmıyoruz diye tıktı lafı ağzıma.


Ülen dedim. Zaten güne iki sıfır yenik başlamışım bir de üstüne kadın kısmısı siz ne anlarsınız tripleri yemek tuz biber ekti.

Karşısında kadın görünce hah yarım akıllı şimdi laf anlamaz bu deyip beş yaş zeka seviyesinde biriyle iletişim kurar gibi hal almaları canıma tak etti tabi ve bıraktım uğraşmayı.

Madem herifler pek meraklı herifleri muhattap görmeyi bundan sonra da böyle artık, beni aramayın, bana anlatmayın, ben bilmem beyim bilir !

29 Mart 2011 Salı

Gündem nereden nereye

İbahim Tatlıses vuruldu, bir hafta ana haber bültenlerinde, orada burada gündemden inmedi haberi. Adam ölse herhalde bir yıl konuşacak malzemesi olurdu medyanın.

Bu gündem yaratma ve gündemdeki her hangi bir haberi abartı hale getirme misyonuna bayılıyor sevgili medyamız. Balık hafıza halkımız da oradan oraya sürüklenip gaza gelmeye zaten dünden razı.

Mesela tam şu günlerde hazır Kayseri'den kaybolmuş üç çocuğun ortaya çıkan cesetleriyle katilinin yakalanması haberi varken medya hemen sübyancı haberlerini kovalamaya başladı. Zanlılar yakalandı haberleri yapıldıkça milletçe içimizin yağı erimeye başladı.

E iyi de bu yakalananlar gerçek suçlularsa adli tıp "çocuğun rızasıyla gerçekleşmiş" raporu verip hepsini salıverecek zaten. Bunu daha önce de yaşamadık mı ? Tıpkı daha ergen bile olmamış kızı mahveden otuz küsür herif ve meşhur Hüseyin Üzmez gibi...

Yani bu daha önce defalarca izlediğimiz filmde en heyecanlı yere gelindiğinde tıpkı coşan alık sinema seyircisi gibi alkış tutmaya benziyor ? Bu filmin sonu hep aynı bitmiyor mu ?

Diyeceğim o ki, bu medya her hafta kendine popüler konu seçmeye devam etsin. Pek etkisinde kalmamakta fayda var. Çünkü bir hafta Tatlıses vah vah bir hafta, pis sapıklar ah ah'la olacak iş değil bu.

11 Mart 2011 Cuma

En sevilen film Trafik Kazası

İnsanlık olarak trafik yüzünden sürekli söyleniriz, araca bindiğimiz anda gitmek istediğimiz yere bir an önce gitmek için yanıp tutuşuruz. Ama yol kenarında ufacık bir aksyon gördük mü mal mal bakmak için yavaşlamadan da edemeyiz.

Bir nevi tren görmüş öküzden farkımız kalmıyor desek yeridir !

Geçen gün yine oldu. 2. Köprü yolunda cumartesi sabahı deli bir trafik. İlerledikçe gördük ki orta şeritte iki üç araç zincirleme kaza yapmış. Ama trafiğin trajik olmasının sebebi kazadan çok oradaki ambulans. Acaba yaralı mı var, kan var mı, beyinler yerlere mi saçılmış, kaç kişi ölmüş diye bakmadan edemeyen meraklı tipler de hem geliş hem de gidiş olmak üzere bu bakma sevdası uğruna trafiği katletmişler.

Dünyada bundan daha bön bir bakış var mıdır acaba ? Siz kaza geçirmişsiniz, araçta ilk yardım uygulanıyor, o sırada yanınızdan gelip geçen yüzlerce araç içinden aynı salak bakışlar !

Sağlık görevlileri bile trafiğin iptal olmasından bezmiş, polisler gibi araçlara geç geç işareti yapıyorlardı.

Sadece kaza merakı değil, yolda sizi polis çevirse millet gene transa geçmiş gibi polis-şöför görüşmesine odaklanıyor. Hayır sanki polis aracının yanında polisle ne konuşulduğunu, kaç lira ceza yediğini anlıyorlarmış gibi bu ne merak ?

Benim hem trafiği hem de kazazedeyi sırf bakışlar yüzünden kendini kurbanlık koyun gibi hissetirmekten kurtaracak bir önerim var. En çok Grand Prix yarışmalarında kullanılan kaza yerine anında çekilen branda uygulaması. Polis, ambulans, artık kaza yerine gelen ilk görevli ekip kimse derhal insanları sapıkça cezbeden o manzaradan koparacak örtüyü çeksinler.

Seyredecek eğlence olmayınca insanlık da araç başındaki asli görevini tamamlamak üzere hızını değiştirmeden yoluna devam edecek ve böylece hepimiz huzura kavuşacağız diye inanıyorum.

2 Mart 2011 Çarşamba

Digiturk gerçeği

Digitürk geçen yıl SüperLig maçlarını yayınlayabilmek için Türk Telekom ile ihalede kıran kırana bir mücadeleye girmişti. Sonunda da oldukça yüksek bir meblağ karşılığında yayın hakkını kazandı.

Bundan sonrasında Digitürk'teki gelişmeler ise şöyle oldu.

- Sittin senedir oynattığı çoktan bitmiş ya da eski sezon dizileri aynen oynatmaya devam etti (Bakınız: Everybody Loves Raymond, Friends, Will&Grace, Everybody Hates Chris, Sex And The City, Boston Legal, Brothers And Sisters, Medium, Numb3ers, Arli$$..)

- Yeni diziler diye süper dandik şeyleri göstermeye başladı ( Bakınız: Mike&Molly, Glee, Undercovers, The Good Wife, Detroit 1-8-7, This is Not My Life, Dark Blue, Human Target, Miami Medical...)

- Sinema kanallarını güya temalara bölüp kanal sayısını arttırdı ne var ki hala eski püskü filmler kanallar arası gezinip duruyor.

- Paralı olan salonlarda bile gösterime soktuğu filmlerin çoğu sinemalarda gösterime girmeye değer görülmemiş ya da çocuk filmlerinden oluşuyor.

- Bu arada zam yapmaktan geri kalmadı.

- MTV ve DreamTV uçtu.

- Yayının ortasında altan, sağdan, soldan çıkan reklam terörü başladı. ( Bu reklamı kapatıyorsunuz gene açılıyor, gene açılıyor, en az 4 kere sizi uğraştıyor, bu süre içinde kanal değiştirmek acı çektiriyor ve eğer alt yazılı film izliyorsanız alt yazı uçuveriyor )

Yani bakıyorum da, o ihalenin acısını Digitürk'ü salt futbol izleme aygıtı olarak görmeyen benim gibi insanlar çekmiş.

Şimdi ise hem Digitürk'e para verip hem de evimden bu blog sayfasına giriş yapamıyorum. Neden ? Digitürk öyle uygun görmüş, Internet üzerinden maç yayınlayan sayfaları bahane edip tüm blog sitelerine erişimi engellemiş.

Yani kendi evimde sansüre uğramak için resmen para ödüyorum adamlara!

Güya dijital platform ama koskoca Internete sansür uygulayabilecek kadar analog kafada kalmış.

Bu yasaklamayı haklı görenlere de bir çift sözüm var. Blog sayfalarına konan yasak Youtube yasağı gibi üç beş komik video ya da kaçırdığınız dizilerden sizi mahrum bırakmaz. Bugün aklı başında, hür iradeli, hızlı, bağımsız ve menfaat gözetmeyen yegane bilgi paylaşım araçları bloglardır. Bu kadar kolay yasaklanabilir olduğuna gerçekten inanıyorsanız yalnızca Internet'te sansüre değil özgür iradeye de karşısınız demektir.

Bunu baştan kabul edin..

http://www.blogumadokunma.com/

21 Şubat 2011 Pazartesi

"Bayan"ını da al çek git !

Türkçe'deki şu iki sözcüğe sabrım yok:

Bayan ve şarz !

Zaten her ikisinin de Türkçe'de varolan sözcükler olduğundan da şüpheliyim. "Şarz" kesin yok tabi ama ağızlardan eksik olmuyor ki bir türlü. Sanki halkımız cep telefonuyla tanışana kadar J diye bir harf yoktu dilde ! "Şarj" öyle dilinin dönmesi işkence bir sözcük de değil ki yahu, neymiş bu "şarz" merakı !

Duyduğum yerde söyleyenin ağzına tıkıyorum açıkçası. Şarj sözcüğüne aşkımdan değil dilin kötü kullanımına karşı tahammülsüzlüğümden tabi ki.

Gelelim "bayan"a. Türkçe'de bundan daha zorlama bir sözcük var mı acaba ? Erkek olan insana erkek diyoruz da kadın olunca bayan mı oluyor, ne bu şimdi ?

Tamam, bir kadından bahsederken o kadın demek kulağa kaba geliyor olabilir, o zaman hanım diye bahset, hanımefendi diye seslen, mümkünse yirmibeş altıysa da kız de geç. Ne bu nazik olacağım diye bay'dan zorla türeme bayan merakı ?

Mutluyum ki basketbol ve voleybol ligleri artık bayanlar değil kadınlar ligi diye geçiyor !

Ama geriye kalan milyonlarca kıro hala bayan diye diretmekte.

Şarz hatalı bir sözcük ama en azından kulağa bayan sözcüğü kadar felaket gelmiyor, benden söylemesi !

14 Şubat 2011 Pazartesi

14 şubat şeysi

Bugün o kutlu gün. Ve diyebilirim ki sabahtan beri cep telefonuma gelen kısa mesajların haddi hesabı yok. Çiçekçilerle bankalar el birliği etmiş, bugün para harcamam için teklif üstüne teklif yağdırıyorlar.

Kışın en dandik günlerini yaşadığımız şu günlerde, üstelik de gri ve sevimsiz bir pazartesinden en iyi şekilde faydalanmanın becerisi bu olsa gerek.


Kapitalist düzende yaşıyorsak bu tür kandırmacalara da pek ses etmemek gerekiyor. İsteyen sevdiceğiyle normalin üç katı parayı gözden çıkarıp akşam yemeği yer, isteyen de evinde başbaşa bir şişe şarapla geçirir geceyi. Bu aslına bakarsanız kimseyi ilgilendirmez. Mesele gelen bu seçeneklerden size uygun olanı seçmek.


Ben sadece Sevgililer Günü mağdurlarına biraz acıyor biraz da gülüyorum. Kişisel olarak hiçbir önemi olmayan, yılbaşı ya da dini bayram gibi herkesi de ilgilendirmeyen, iki arada kalmış, tatil değil, birşey değil böylesi bir gündeki beklentiler yıpranmalara sebep olabiliyor.

İşyerlerinde çalışan kadınlara çiçekler geliyor. Bir ilişkisi olmayanların mesela şu saatlerde kendilerini şanslı saymaları lazım. Diğerleri, bu konuşulmamış, karşı tarafın da nasıl baktığı belli olmayan gün yüzünden çiçek gelir mi, gelmez mi diye stresle bekleyip duruyorlar. Hele bir de uyuz oldukları tiplere sevgililerinden jestler yapıldığını gördükçe günün anlam ve önemi gözlerinde nasıl da artıyordur kimbilir. Romantik gün sözde, ama kadın orada saçını başını yoluyor, bir demet çiçek uğruna :)

Bu kadar kafa patlatmaya, karşı duruş ya da kapılmaya değer mi ? Hiç sanmıyorum. İnsanların hayat tarzları başkalarını rahatsız etmediği sürece kendi meseleleri değil mi ? Ha sizi ne kadar rahatsız ediyor bu günün kutlamaları, o da biraz sizin kişisel meseleniz artık.

8 Şubat 2011 Salı

Nazar

Sanıyorum yer yüzünde nazara inanmayan toplum yok. HSBC'nin eski reklamlarından hatırlıyorum da her kültürün kendine ait nazar simgesi var. Tabi bunlar ne denli kalkan oluşturur fikrim yok ama ben nazara, yani nazar adı altında insanların saçtığı o korkunç negatif enerjiye paranoyak derecesinde inananan biriyim.

Bizdeki nazarın sembolünün de göz olması tesadüf değil elbet. Çünkü ne yazık ki insanların içlerinde sıkışıp kalmış kıskançlıkların, kötü niyetlerin yani sizi yıpratacak gücün açık verdiği tek yer gözler oluyor.

Yeni çantanızın kayışı akşama elinizde kaldığında, ya da bir hafta öncesinden planladığınız akşam programı son dakika gribi yüzünden patlamışsa yirmi dört saat gerisini düşünün hemen. Mutlaka bakışlarındaki farklılığı yakaladığınız birileri gelecektir aklınıza. İşte ona kem göz diyoruz.

Tıpkı tüm boyutlardaki gibi gibi bizim günlük yaşamda da kötülük iyilikten daha güçlü olduğundan bence genelde kazanan nazar oluyor. Sizi tüm iyi niyetiyle, dualarıyla koruyan sevdiklerinize karşın araya illa ki bir nazar karışıyor.

Ben nazara karşı yapılan hiçbir fiili eylemin yeterli bir püskürtme etkisinde olmadığına inanıyorum. Eğer birini kıskandırdıysanız artık dönüşü olmayan bir yola girilmiş demektir.

Söyledim ya paranoyak bir bakış açım var, ne yazık ki söz konusu nazar olunca iyimser olamıyorum.

Yine de benim gibi karamsar bakış açısından bile gelebilecek nazar-savar taktikleri var:

En önemlisi asla böbürlenmemek, insanların gözüne sokarcasına ifşa etmemek ve henüz gerçekleşmemiş planlardan kesin olacakmış gibi bir iddiada bulunmamak. Zaten bu üç hareketten biri bile bırakın nazarı çevrenizi uyuz etmeye yeter.

Nazar yarası aldıysanız da bunun sizi yıldırmasına izin vermeyin. En kötü nazarın bile aslında ufak tefek sıyrıklar olduğunu ve sizi aldığınız yoldan döndüremeyeceğini unutmayın. Nazar aslında anlık ve ufak yaralardır, sadece onların başınıza gelmesinden dolayı yaşadığınız moral bozukluğu sizi çökertebilir.

Bir de nazar dedektörlerinizi açmanızda fayda var. Mutlaka ama mutlaka o bir çift gözü fark edeceksinizdir. O insanı tanımasam da açıkça söyleyebilirim ki sizin için iyi biri değildir o, kendinizi uzak tutmakta fayda var.

31 Ocak 2011 Pazartesi

Göze batma meselesi

Arapların fitili ateşlenmiş dinamit gibi sırayla patlaması şunu gösteriyor ki göze batmanın sonu iyi değil !

Özellikle sosyo-ekonomik düzeyi yerlerde gezen halkları otuz yıl boyunca yönetirken etrafına kilolarca altından ve gittikçe zenginleşen akrabalardan çevrili bir duvar ördüğünde insanların yavaş yavaş kötü gözle baktığını da göremezsin.


Aslında farklı olmak, ilgi çekmek, dolayısıyla da birilerine mesaj verebilmenin ilk yolu kesinlikle. Ama bunu nasıl yapabildiğiniz önemli.


Bırakın Tunus'ı, Mısır'ı Türkiye'de Ferrari sahibi olduğunuzu farz edelim. Etiler'de, Nişantaşı'nda ya da Suadiye'de arabanızla basıp geçtiğiniz caddelerde tüm bakışlar yolu boyu sizi gıptayla takip edecektir. Bu insanın gururunu okşayan kesinlikle hoş bir duygu olsa gerek.


Bir de yirmiüç yaşında bir genç kızın kazınmış saçlarla aynı anda o caddelerde yürüdüğünü düşünün. Muhtemelen tıpkı Ferrari gibi o kel kafa tüm bakışları üzerine çekecektir. Ama bu sefer imrenme çok olmayacaktır. Belki kızın saçma bir isyankar olduğunu düşüneceklerdir, bazısı hayatında ilk kez saçsız bir kız gördüğü için tamamen anatomik bir merakla inceleyektir, bazısı da tamamen hor görerek çirkin şey diye kestirip atacaktır. Tabi tek tük de olsa acaba bana da yakışır mı ? Denemeli mi gibisinden trendsel bir merakla bakanlar da çıkabilir.


Şimdi sizin Ferrari arabayı ve kel kızımızı Ümraniye taraflarına doğru kaydıralım. Öyle ara sokaklara, kenar mahallelere de gerek yok, gayet de çarşının olduğu ana caddeye çıksın ikisi de.


Her ikisinde bakışlar yine kilitlenecek tabi. Ama Ferrari'ye olan gıpta artık biraz farklı olacaktır. Hayatında toplu taşıma dışında hiçbir araca binmemiş insanlara hayatın adaletsizliğini birebir yaşatmış olacak o araba. Hele ki kirasını ödediği yetmişmetre kare evin değerinin on katı pahada bir arabayla onun hayatına girmek ciddi bir tokat etkisi yaratacaktır.


Aralarındaki bu dağ gibi uçurumdan dolayı bu zenginliği hor görenler, şımarıkça ve hatta ahlaksızca bulanlar çıkacaktır.


Peki kel kız caddelerde göründüğünde ne olacak dersiniz ? O Ferrari kadar ilgi çekse de Ferrari kadar tehlikeli duyguları uyandırır mı acaba ?

Dengenin nerede kurulduğu, ilgi çekmenin nerede rahatsız ettiği tamamen çevrenizle alakalı bir durum.
Keşke herkes araba sahibi olabilecek durumda olsa ama sadece çok azımızda Ferrari olsa da salt gıpta ile sahibine özensek.

Ve rahatsızlığı keşke sadece kafası kel kızlar yanımızdan geçtiğinde hissetsek.


Ben bugünkü Kuzey Afrika haritasına bakınca sadece bunu düşünüyorum artık.

24 Ocak 2011 Pazartesi

Bowie

Space Oddity - 1969
This is ground control to major Tom, you've really made the grade
And the papers want to know whose shirts you wear
Now it's time to leave the capsule if you dare

Starman - 1972
There's a starman waiting in the sky
He'd like to come and meet us
But he thinks he'd blow our minds

Life On Mars ? - 1973
Sailors fighting in the dance hall
Oh man! Look at those cavemen go
It's the freakiest show
Take a look at the Lawman
Beating up the wrong guy
Oh man! Wonder if he'll ever know
He's in the best selling show
Is there life on Mars?

Ashes to Ashes - 1980
Do you remember a guy that's been
In such an early song
I've heard a rumour from Ground Control
Oh no, don't say it's true
-----
Ashes to ashes, funk to funky
We know Major Tom's a junkie
Strung out in heaven's high
Hitting an all-time low

19 Ocak 2011 Çarşamba

Yine bir seçim yaklaşıyor

Ve ben herşeye laf yetiştirmekten sorumlu bir vatandaş olarak bu seçimlerde adaylığını koyacaklara önemli bir öneride bulunmayı görev saydım kendime.

Hayır, bunun nedeni partiler arası " Bu pazar bu meydanda ben miting yapacaktım, burası benimdir, önce ben geldim." kavgalarını önlemek; boy boy bıyıklı adam billboardlarından kurtulmak ya da patates-soğancılar gibi hoparlörle etrafta gezinen seçim otobüslerini susturmak değil elbette.

Benimki sadece "ileri demokrasi şölenini" yaşayan bu ülkeye yaraşır bir yaklaşım. Üstelik de ucuz ve pratik.

Türk insanının günde 4,5 - 5 saat arası ortalama televizyon izleme oranıyla dünyada ABD'den sonra ikinci geliyor olması düşündürücü bir gerçek olabilir ama bunu faydaya dönüştürmek de işte bizim elimizde. Ama öyle öğreten adam gibi arkada parti logosu, oturduğu yerden sıkıcı demeçler vermekten bahsetmiyorum. Biraz Fight Club yöntemini araklamak lazım diyorum.

Özellikle akşamları herkes dikkat kesilmiş, nerde yasak aşk, nerde aile içi şiddet, nerde fantastik derin devlet dizisi varsa yutar gibi izliyor. O halde bu dizi keyiflerini, üstelik de reklam arası vermeden, hem de en can alıcı sahneleri seçerek, alttan mesaj iletmek için kullanabilirsiniz. Diyorum ya Fight Club'taki gibi..

Bir yatak sahnesi mi var, hemen binde bir saniyede görünüp kaybolacak kısa propagandalar sıkıştırılabilir buraya. İzleyici sahnenin heyecanına kapılmışken politikacı da işte onlar bunu yaptı biz daha iyisini yapacağız ya da onlar hep aynı lafı ediyor biz daha da coşacağız gibisinden bilinç altı mesajları verebilir.

Her gece milyonlarca insana aynı anda aynı mesajı iletebilir, üstelik de bilinç altlarına ulaştığınız için gece boyu rüyalarında sizin mitinglerinize katılmışcasına sizi orada hissetmelerini sağlayabilirsiniz.

Uygulaması kolay, bütçesi uygun, verimi yüksek bir kampanya olacaktır.

Şimdiden tüm adaylara başarılar dilerim, becerebilen kazansın !

13 Ocak 2011 Perşembe

Demek dikkat kadın şoför, öyle mi ?

Erkeklerin oturduğu yerden göbekten atma ve kolaya kaçma huylarına hastayım. Özellikle de söz konusu karşı cins olunca atıp tutmalar ciddi suçlamalara kadar gidebiliyor.

Yok ömrüm kadınları beklemekle geçti

Yok kadınlar alışverişte kendilerini kaybediyorlar.

Yok efendim kadın şoför gördün mü kaç !

İlk ikisi zaten tamamen cinsiyetler ötesi bir genelleme olduğu için bence kendi kendini çürüten tezler. Sonuncu çıkarım doğru olmakla birlikte bunun da kolaya kaçan erkek milletinin bir eseri olduğu gerçeğini onların gözüne sokmak gerek diyorum.

Erkekler zaten daha çocukluktan itibaren otomobillere karşı ilgililer. Hayatımda en geç onsekiz yaşında araba kullanmayı öğrenmiş bir erkek tanımadım ben. Genelde hepsi daha onaltı yaşında şehirler arası yol tepecek kadar ustalaşmış oluyorlar.

Biz kadın milletinin otomobillere bakış açısı ise ikiye ayrılıyor. Görüntü olarak göze hoş gelen arabalara sahip olma isteği ya da otomobil eşittir konfor. Bir diğer değişle bazılarımız arabaları imaj bazılarımız ise bir yerden bir yere gitmenin en rahat yolu olarak görüyor.

Bu yüzden de onüç yaşında ailesinden gizli araba kaçırmak, onaltısında arkadaşlarını arabaya toplayıp Abant'a gitmek gibi dürtülerle yetişmiyor kadınlar.

Ehliyet zamanı geldiğinde ise kadınlara araba kullanmayı öğreten işte bu küçük yaşlardan deneyimli erkekler oluyor.

Tabi iş sadece öğretmek de değil.

Araba kullanmak tamamen bir deneyim sürecidir. Mesela yavaşlamak için fren yapmak yerine gazdan ayağını çekmek, araç sollarken vitesi küçültüp hızı arttırmak, ara sokaklarda ilerlerken sağa ya da sola dönüşlerde geniş açıdan dönüş yapmak gibi tonla ayrıntı vardır. Sadece paralel park bile ciddi bir tecrübe işidir. Sık araç kullananlar kendi kendilerince bu formülleri kurarlar ama biz kadın milleti gibi her fırsatta arabaya atlamayan cinslere bu ayrıntıların gösterilmesi gerekir.

Kim tarafından peki ? Tabi ki erkekler.

Ellerindeki bu kozu ve gücü bilmelerine karşın kadından şoför olmaz diye atıp tutmaya devam etmek bence kendini de aciz görmekle ilgili.

Ayrıca şunu da hatırlatırım ki..

İçkili olduğunuz gecelerde, çocuklarınız kurstan çıktığında, bir gece apandist sancısıyla uyanıp acil hastaneye yetiştirilmeniz gerektiğinde şoför koltuğunda siz istemeseniz de hep kadınlar olacak.

11 Ocak 2011 Salı

Karizma deyince

Eskiden Türkçe'de çekici diye bir sözcük vardı. Yerini seksi aldı.

Ben şahsen karşı cinsi yakışıklı, çekici ve karizmatik diye sıralandırdığımda seksi yaklaşımını en sona almışımdır. Seksiler salak olabilir mesela, anlık bile olabilirler. Sabah yeni kalkmış bir seksi akşam onunla tanıştığınızdaki kadar etkili midir acaba ?

Oysa listenin tepesinde gelen karizma hali cinsellik üzerinde bir güce sahip olmakla ilgilidir. Hangi meslekten olmanızla, yaşınızla, giyim tarzınızla pek alakası yoktur, bu özellikler ancak tamamlayıcı olabilir.

Ortama girdiğinizde belki tüm bakışlar üzerinize toplanmaz ama konuşmaya başladığınızda insanlar hipnoza girmiş gibi susabilirler. Ya da bir toplantı boyunca sustuktan sonra tek bir cümleyle herkesin onayını alabilirler.

Karizmatik biriyle gözgöze gelen insanın o etkiden çıkabilmesi için çaba yeterlidir ama bir daha o kişiyi unutabilmesi mümkün değildir.

Steve McQueen örneğin.. Fotoğrafa baktığınızda sadece yakışıklı bir yüzden fazlasını görmek bile mümkün. Hele her hangi bir filmini oturup yoğunlaşarak izlediğinizdeki etkiyi düşünün. Kırk yıl önceki bir filmdeki bir adamın yalnızca bakışlarıyla hala nasıl yıkıcı bir güce sahip olabileceğine şaşırabilirsiniz.


Karizmanın tiple alakası olmadığının en sağlam kanıtı bana göre 90'lı yılların futbol hakemi Pierluigi Collina'dır. Bırakın yakışıklı olmayı, kimsede her hangi bir dürtü uyandırmayacak hatta iticiliğe yakın bir fiziğe sahiptir kendisi.

Unutulmaz hakemlerden biri olarak görülmesi sadece çok iyi bir hakem oluşuyla ilgili değil aynı zamanda aldığı kararlarda en az itiraz gören hakem olmasıyla ilgili. Zira sahada saçtığı o korkuyla karışık karizmatik duruşu en akılsız futbolcunun bile itirazını uzatmaması gerektiğini hemen o anda kavramasını sağlamıştır. Öyle ki Collina düdük çaldı mı herkes susar ve kararı uygular.


Hem çekicilik hem çekimserlik etkisinin karma gücünü görebileceğiniz tek isim ise Yul Brynner'dır. Belki herkes yakışıklı bulmaz ama kimsenin onun çekici bir erkek olduğunu inkar edeceğini sanmıyorum. Öte yandan, filmlerini izlerken tıpkı McQueen gibi bakışları sizi delip geçer. Ama Yul Brynner'ınkiler ciddi biçimde korkutucudur da. Öyle ki gerçek hayatta karşılaşma ihtimalinizin olmadığı için kendinizi şanslı bile hissedersiniz.

Bu iyi bir oyuncu olmanın çok ötesinde birşeydir.

Ve tamamen doğuştan gelir..

5 Ocak 2011 Çarşamba

Fırından çıkmış taze isyanlar

- Dünya Hristiyanları Noel'in sadece kendi bayramları olduğunu öğrensinler artık ! Bir aydır noelim kutlana kutlana erdim resmen. Hadi kutluyorsunuz madem o zaman tatilini de verin ülen ! Hem noelde işe geliyoruz hem de mutlu noeller ?

- Bilmediği konuda inat edenler, enerjinizin ufak bir kısmını karşınızdakinin ayrıntılı açıklamalarını dinlemeye de kullanın bir zahmet. " Ben öyle biliyorum ama.." diye sıyrılmaya çalışmak yok sonra !

- " Koymak", " Sokmak", " Şey", " Takmak" sözcüklerini duyar duymaz ortaokul çağına dönen zevzekler artık yok olsun yahu. Yaş 35 yolun yarısı demiş şair ama gel gör ki yaşıtların aynı zeka seviyesine sahip değil be usta !

3 Ocak 2011 Pazartesi

Türk insanını hafife almayın

Geçenlerde bir özel poliklinikteyken şöyle bir olaya tanık oldum:
Polikliniğin bilgisayar sistemleri yavaşladığı için gelen giden hastaların ödemelerinin alınması gecikmeye başlamıştı. Öyle ki benden önce doktora girip çıkan hasta ben kasaya geldiğimde hala bekliyordu.


Görevli kadın bana önce ilk hastanın sonra benim ödememim alınacağını özür dileyerek söyledi. Bunu yaparken bir kulağında telefon önünde bilgisayar açık, bir yandan bana bu açıklamayı yapıyor bir yandan karşısında bekleyen kadının bilgisayardan işlemlerine ulaşmaya çalışıyordu. Önüne de benim sigorta kartımı koymuş, telefonla da benim sigorta şirketime ulaşma çabasındaydı.

Diğer hasta görevliye dönüp " Biliyor musunuz, sizin bu yaptığınızı başka hiçbir ülkede beceremezler. Aynı anda iki kişiye yetişmek, birden fazla işi yapabilmek yok başka yerlerde." dedi.

Düşündüm de, hakikaten kriz durumlarında acil çözüm yaratmak, uyuşukluktan çıkıp multi fonksyonel becerilere bürünebilmek Türk insanına özgü bir hareket gerçekten de. Ama tabi işin ucunda bir ceza olmalı mutlaka.

Yani orası da özel değil de bir sağlık ocağı olsaydı eminim o görevli de bize Avrupa Standartlarında ( ! ) bir hizmet anlayışı sunardı.

Neden ? Çünkü başında niçin bu kadar insan hala bekliyor, bu hastalar neden mağdur kaldı diye hesap soracak bir sistem yok.

Ama özel sektör olunca acımasız kapitalizm çarkları işte Türk insanının potansiyelini ortaya dökmesini çok güzel sağlıyor.

Zaten bana kalırsa bu ülkenin en çözülememiş genel hali bu. Potansiyeli yüksek, enerjisi düşük milyonlarca insandan oluşan bir toplumuz. Ama aramızdaki sivri zekalar dünyada eşine az rastlanır örnekler oluşturmakta.

80'lerde Sakallı Bebek efsanesini, 90'larda 92 üretimi bozuk paralarda altın var söylentisini çıkarıp koca bir ulusu inandıran aramızdan birileri.

Yasaklara uymak yerine önce sebebini sorgulayıp eğer aklına yatmazsa o yasaktan yırtmak için bir yolunu bulan zeka yine bu ülkenin ürünü.

Gelişmiş ülkelerde oturmuş düzen ve insan ayırmayan ceza sistemi sayesinde ideal insan davranışı oluşturulabilmiş. Ne şanslıyız ki bizim ülkedeki her an değişen, insandan insana anlam farkı olan sistem sayesinde sürekli aklımızı kullanmak, zihnimizi açık tutmak ve bu sayede daima çalışan bir kafaya sahip olmak durumunda bırakılıyoruz.

Tembeliz, işimize gelmedi mi ortamdan tüyeriz ama söz konusu zeka olunca Türk insanıyla yarışacak insan çıkmayacaktır bu gezegenden.