25 Haziran 2008 Çarşamba

Kadın

Şurası bir gerçek; doğada güç hep dişilerin elinde. Çiftleştikten sonra erkeğini öldüren böcek soyundan ya da sürekli erkek uyuklarken avlanan dişi aslanlardan bahsetmiyorum. Hepimizi, tümümüzü kastediyorum.

Güç bizim elimizde; ama kullanma becerisi kaybolmuş. Erkek milletinin kadın gücünden korkup yüzyıllarca sistematik biçimde bastırdığı büyük büyük babaannelerimiz ve anneannelerimizin içine çöreklenmiş korkular şimdi bugün bizde içgüdü şekline bürünerek ortaya çıkıyor.

Afrika'da cinsellikten arındırılmaya çalışılan kızlar çocuk yaşta sünnet ediliyor.

Çin'de tek çocuk sahibi olma kanunu yüzünden ilk çocukları kız olduğu için o bebekleri başka ülkere evlatlık gönderen ve böylece ikincisi belki erkek olur umuduyla işe koyulan aileler çoğalıyor.

Suudi Arabistan'da olur da kaza yaptığında yerde baydın bile yatsa dokunmak günah olduğu için kadınlar araba bile kullanamıyor ( diğer sahip olamadıkları hakları saymıyorum bile, zira bu en absürdü )

İran'da kadının doğurduğu çocuk üzerinde hiçbir hakkı yok.

Bizim ülkede ise kadının adı yok zaten!

İnsanlık adına bilimdeki ilerleme hızının tavan yaptığı bir dönemde asıl güce sahip kadınların yani dünyanın yarısının halinin bu ve bundan da beter bir manzaraya sahip olduğu bir gerçek.

Sadece hayalini kurmak istediğim kadınların bugün eşit şartlarda yaşamlarını sürdürseler erkek milletinin düşeceği durum.

Diyorum ya kadın milleti güçlü olan kesim. Ve üremek için dişi her zaman kendinden güçlü erkeğe gereksinim duyar.

Bu durumda erkekle eşit hakka sahip kadınların dünyası bir yüzyıl sonra insanlığın sonu olurdu. Ortalıkta Çiftleşmeye değer erkek kalmayacağı için.

:)

20 Haziran 2008 Cuma

Dünyanın en kısa romanı

Hemingway'den geliyor; For Sale: Baby shoes, never worn.
Bu kadar !

M. Night Shyamalan

Aslında film eleştirisi yazmayacaktım ama daha adını duyar duymaz beni güldüren bir adam olduğundan ve son filmindeki atılımın ardından ikinci yönetmen harcama yazımı M. Night Shyamalan'a ithaf ediyorum efem.

Birçokları kendisini tanımaz bile ama The Sixth Sense'i izlememiş bir insan evladı ve o şok edici film sonundan bahsetmeden edemeyen Türk insanı tanımadım henüz. Tabi bir de lugatlarımıza " I see dead people ! " söylemini sokmuş bu filmin her bölümünde mutlaka dalga geçme unsularıyla besledigi Scary Movie serilerinin ilkini hayata geçirmiş olduğu becerisini de göz ardı etmemek gerekir.

Buraya kadar herşey iyi. Ama bundan coşup iki yıl sonra üstüne yine Bruce Willis'i başrolde kullandığı Unbreakable'ı çektiğinde Shyamalan'ın kabak tadı veren mistik olay ve hayrete düşüren son sevdası haliyle sıkıcı olmaya başladı.

Village filminde sanırım o yüzden absürd olayların daha başlamadığı anlarda huylanmaya başlamıştım. Salem'de cadı avının yapıldığı yüzyılda bir başka yerde yönetimde kadınların olduğu aydın halk kasabası fazla bilim kurguvariydi kuşkusuz. Ve nedense tüm kasabalının geçmişinde ölmüş yakınlarının olması da ortak noktalarıydı. Sonra bir baktık, oo meğer kasaba günümüzde yaşayan insanların kendi izole alanlarında kurdukları bir sığınak değil miymiş !!

Son filmi The Happening de işte yine bu sıkıntılı bekleyişle geçti. Şaşırtıcı son yerine benzer türevlerinde gördüğümüz aslında henüz hiçbirşey bitmedi, daha yeni başlıyor mesajıyla kestirip attığı son yetmiş bu sefer karizmatik isimli Hintli yönetmene. Ayrıca bir kriz anında vahşileşen Amerika insanı portrelerini açıkça çizmesi de cesur bir hareket, kabul etmek lazım. Tüm o kanlı sahnelere kıyasla filmin en can alıcı kısmı salgından korkup eve sığınan ve kapılarını dış dünyaya kapayan insanların acımadan biri siyah diğeri beyaz iki çocuğu silahla öldürdükleri sahneydi.

Onun dışında yanında çocukla kırsal alanda oradan oraya sürüklenen insanların evinde tek başına kafayı sıyırmış bir insanla kesişen; nereden geldiği belli olmayan ve ancak geldiği hızla da yok olan ölümcül tehlike hikayesi H.G. Wells'in Dünyalar Savaşı romanının ucuz bir kopyası bence. Günümüz uyarlaması bile denmez zira Spielberg ve Cruise ikilisi bu kötü denemeyi daha önce yapmışlardı.

Yazıp çizip üretip üstüne de yönetip büyük işler yapıyormuş gibi gözüken sonra da başrolleri sıkı isimlere dağıtıp her filminde Hitchcockvari kısa sahne pozlarıyla o yanık yüzünü bize gösteren bu yönetmene kanmayın dostlar. Bir zamanlar hayal gücü biraz farklı çalışan bir genç olduğu belliymiş Shyamalan'ın; Ama şimdi kendi kısır döngüsünde iki yılda bir gittikçe kötüleşen filmler ortaya çıkarmanın ötesine geçemiyor.


17 Haziran 2008 Salı

Büyüdük, ve biz bunu..

Şurdan anlıyoruz:
Artık

Çevremizdeki ÖSS'ye giren kimse kalmadı..

MTV değil NTV izliyoruz..

Kıyafet alışverişi yaparken fiyat etiketinden önce aynada üstümüzde nasıl durduğuna bakıp kilo kamuflajına dikkat ediyoruz.

Telefonda yaptığımız sohbet süresi gün içindeki işle ilgili görüşme süresinden daha kısa kalıyor.
Caz ve Blues eskisi kadar kulağa sıkıcı gelmiyor..

Gofret ve meyveli şeker yerine bitter çikolata yiyoruz..
Ve....

Bir zamanlar ne arzu ettiysek bugün hepsine sahibiz ve o zamanlar sandığımızın aksine bu bizi mutlu etmeye yetmiyor :)

8 Haziran 2008 Pazar

En büyük "Biz" başka büyük yok

İlkokulda sınıfım 1A idi, başımızda öğretmen sürü psikolojisiyle o ne derse o oldu. Öğretmenimiz ne dediyse tüm sınıf sorgulamadan kabul etti ve daha ufacık yaşlarımıza karşın bu öğretileri yaşam tarzı olarak belirledi. Neden ? Çünkü diğer türlü " Biz" olamazdık.

Nedenini sorgulamadan bir futbol takımı tutmamız zorunluluğu içinde genelde de üç büyükler denen şu İstanbul takımlarından birini seçtik. Bizim kentin de aynı ligde takımları vardı ama niye o diğer üçten biri diye sormak aklımıza bile gelmedi. Çünkü diğer tüm insanlık üçe bölünmüştü, bizim de dışarıda kalmamamız için bu takımlardan birini seçmemiz lazımdı. Böylece üçe bölündük. Sadece bir seçim yüzünden yine " Biz " olduk ve yıllarca sahaya çıkıp maç yapan ama tanımadığımız bu adamlar yüzünden karşılıklı tartışıp gereksiz sinir krizlerine girdik.

Oturduğumuz mahalle de bir "Biz"'di. Sonradan gelenleri kolay benimsemedik. Mahalleden çıktığımızda semtimiz bile çoğu zaman "Biz" diye yapıştı sırtımıza.

Kentten ayrılıp üç büyüklerin şehrine geldim. Sırtımda okul, futbol takımı, semt ve kent bizleriyle. Başka "Biz"lerle mücadele etmek ait olduğum "Biz"den uzaktayken daha net bir anlam kazandı. Karşıma geçip " Bizim lisede böyleydi, biz böyle yapardık." türünden sürüyle safsata duymaya başladım çoktan üniversiteyi bile bitirmiş olduğumuz halde.

İşin komik yanı çoğu zaman cümlelere "Ben" diye başlayan bu insanların ait oldukları "Biz"'den güç aldıklarını sanarak bu kuralsız ufak topluluklardan medet ummuş olmalarıydı. " Bizde böyle, bu böyle biline" diye sorup sorgulamadan benimsediğin "Biz" kurallarına olan saplantı yüzünden "Ben" ancak cümlelerde sıkışıp kaldı.

"Biz"'e ait olan "Ben"'liğinin kimliğini oluşturmadan "Biz"'e kapılıp gitti çoğu. Kendisi nelerden hoşlanır, nelere illet olur, kimdir onun favorisi diye sorgulamadan çoğunluk neyi benimsediyse o trendi seçmeyi uygun gördüler. Böylece bireysel olamayan, haliyle de kişisel tercihleri çoğunluğunkiyle çakışacak korkusuyla kendi kendini sindirerek zavallı "Ben"lerle bezeli "Biz"ler oluştu.


Yani "Ezik"ler..


6 Haziran 2008 Cuma

Alow :)

Günün özlü sözü bu olsun !

3 Haziran 2008 Salı

Uçan Tekmeler Geliyor !

Fiziksel ya da zihinsel engellilerin bu hallerinin nüfus cüzdanında ayrı bir hane olarak belirtilmesi teklifi ancak Danıştay'a geldiğinde reddedilmiş. Eh yani diyorum. Bana kalsa din hanesi bile yeterince ayrımcılık; bir de engelli bir insana bu damgayı vurmak zaten bu ülkede engelli olduğu için yeterince cezalandırılan insanlara bir darbe daha devletten geliyor demektir. Benim de uçan tekmeyle bunu akıl eden beyin özürlüye giresim geliyor tabi.

Her Allah'ın günü şans oyunları oynatıp sonra da kimdir nedir, hasta mıdır, terörist midir bilmeden bir kişiye 14 milyon küsür lira veren zihniyete de karşıyım. Gelir seviyesindeki adeletsizlik bir yana, gelir farkı arasındaki aşmış farkın Türkiye adıyla anıldığı bir ülkede bir insanın avucuna bir günde bu parayı tutuşturup haydin güle güle harca diyip çekilmek kesinlikle yanlıştır , savunması bile olamaz.

Kyoto Anlaşması'na nerden estiyse yıllar sonra imza atmaya karar veren devlete de anlam veremiyorum. Ne oldu da oldu sen kalktın ABD'nin bir adım önüne geçtin ? Kafa mı tutuyorsun yani büyük ağbiye, tabi ki hayır belli ki işleyişte birşeyler çıkarına oldu birilerinin. Yoksa sahili katledenlere ödül verilen bir ülkenin şimdi de çevreci kesildiğine inanmıyorum.