Bizim milletin neden tembel olduğu belli. Çünkü kafası çalışan da çalışkan insan da her türlü ortamda cezalandırılıyor.
Daha ilkokul çağlarından başlıyor bu hem de. Sınıfın en akıllısı, en uslusu ya da en ideal öğrencisi diyelim; illa ki sınıf başkanı seçiliyor. Sınıf başkanı olmak elbette çoğu insan için kulağa hoş gelen bir tanımlama ama bakalım o öğrenci başkan olmak istiyor mu ? Zaten iyi bir öğrenci neden bir de tüm sınıfın sorumluluğunu yüklensin ki ?
Sürekli yoklama yap, tenefüs sonrası sınıfı hizzaya sokmaya çalış, gerekiyorsa haylazlık yapanları öğretmene ispiyonla.
Bu ödüllendirmeden çok cezalandırmak gibi gelmiyor mu kulağa sizce de ?
Ödevler oluyor, sınavlar yapılıyor. Çoğunluk sınıfın çalışkanlarının peşinde; ya ödevleri çekiyorlar ya da sınavdan hemen önce etrafını kuşatıp kopya diye baskı kuruyorlar zavallıya.
Profesyonel hayatta ise çalışan insanın hali daha da içler acısı. Eğer firmanız düzenli performans değerlendirmeleri, pozisyona göre dönemsel hedeflendirmeler ve prim sistemeleri gibi çıkan sonuca göre ödüllendirme sistemine gitmiyorsa burada her zaman çalışkan ve üreten elemanlar sürünür dururlar.
Çoğunluk nasıl olsa kafası basanlar bu işin altından kalkar diyerek enseye yatar, üstler ancak kafası basanlar bundan bizi kurtarır inancıyla onlara yüklenir bir de bu kadar ağır iş yükü altında ,sonuçta onlar da insan evladı, olur da hata yaparlarsa kabak tabi ki onların başına patlar.
Ne yazık ki geleceğe yatırırımın çalışana yatırım yapmaktan geçtiğinden habersiz, günü kurtarma ve kısa vadeli çıkış peşinde koşan firmaların acınası tablosu budur.
Tam tersi firmalarda da aslında durum çok değişken değildir. Özellikle proje gruplarında diğerlerinden daha heyecanlı daha öne çıkan birileri varsa diğerleri hemen onun arkasına sığınır, iş yapıyormuş gibi görünüp tüm fikirlere ortak olurlar. Sonra o proje tutmaz ya da batarsa suç tabi ki ortaklaşa sahiplenilmez. Fikri ortaya atanındır hata !
Günlük hayatta da manzara benzerdir. Hani bahsetmiştim ya tutuşuklar vardır diye. Bunlar aynı zamanda heryere koştururlar. Hem kendi, hem aile, hem de yakınlarının işlerini hallederler. Mesela, fatura yatırmak, alışveriş yapmak, köpek gezdirmek, çocuğu okula bırakmak gibi ıvır zıvır işler..
Bu işlerden birinde çuvalladıkları anda etraflarındaki bütün negatif enerji üstlerine yoğunlaşır.
Bir kişi der mi ya bu kadar koşturuyorsun sen de bittin tabi normaldir, suç sana bu kadar işi yığan da.
Sannam.
Onun yerine, kim dedi sana hepsine birden yetiş diye, madem o kadarına yetişemiyorsun söylesene biz de vermeyiz o işi sana diye bir de üstüne fırça yerler.
Yok arkadaş, bu memlekette tembelce bir köşeye kıvrılmak en iyisi. Siz de gerçekten atak, yılmaz ve zeki insanlardansanız potansiyelinize sahip çıkın, harcanıp gitmeyin bu gibi ortamlarda !
28 Aralık 2009 Pazartesi
24 Aralık 2009 Perşembe
Uyku hesapları
Dün televizyonda uzmanlık dalı uyku ve uykusuzluk hastalıkları olan bir profesörün açıklamalarını izledim. Gerçi çoğu bildiğim gerçeklerdi anlattıkları; yine de uyku denen süreç gözümde daha bir değer kazandı..
Mesela, gece uykusu ile gündüz uykusu arasında yaşam kalitesini etkileyen ciddi faktörler var.
Bunun sebebi vücudumuzun güneş battıktan bir süre sonra uyku moduna geçmesiyle alakalı. Eğer uyku zamanı ayakta kalıp gündüz vakti uyursak uykunun düzeni de bozuluyor.
Bozulunca ne oluyor ?
Uykunun en önemli iki bölümü var. İlki biz uykuya dalar dalmaz, mesela bu bir yetişkin için saat 23:00 civarı diyelim, harekete geçiyor. Çocuklarda da saat 21'de. Bu süreçte çocuklardaki büyüme hormonunu harekete geçiyor. Bi nevi uyusun da büyüsün ninnisinin gerçeğe dönüşüm hali.
Yetişkinlerde ise aynı süreç yağ yakımını sağlayan hormonları çalıştırıyor.
İkinci süreç REM denen bölüm. Sabaha karşı başlıyor ve kişide zihin açıklığını geliştiriyor.
Bunlar aslında uyku sırasında gerçekleşen bir çok faaliyeti barındıran iki bölüm.
Şimdi benim yeni öğrendiğim kısım ise şu: Eğer yetkişkin ya da çocuk geç uyurlarsa ilk bölümü atlayıp doğrudan REMe geçiyorlar. Bu yüzden de çocukta büyüme bozuklukları, yetişkin insanda ise ,buraya dikkat, obezite sorunları oluşabiliyor.
Kısaca, ne kadar ayakta kalırsam o kadar enerji harcarım, uyursam kilo alırım, üstelik hayat da akıp gidiyor, bebe miyim erkenden uyuyayım, ben günde 6 saat uyurum yeter, 1'de yatar 7'de kalkarım, türünden akıl yürütmeler ya da basit matematik hesabı gibi şehir efsanelerine kanmamak gerekiyormuş.
Üsteilk uyku halindeyken oturup televizyon seyreden halimizden daha fazla kalori yaktığımız artık bilinen bir gerçek.
Saat 11'de yatıp 6'da kalkan bir insanın saat 1'de yatıp 8'de kalkan bir insandan daha dinç uyandığı ve günü iyi geçirdiği ise zaten her gün yaşadığımız bir diğer gerçek.
Ama ben gene de bu açıklamaları izledim ya, akşam saat onda sızıp gitmişim. Bu da işin bilinçaltı paranoyası :)
Mesela, gece uykusu ile gündüz uykusu arasında yaşam kalitesini etkileyen ciddi faktörler var.
Bunun sebebi vücudumuzun güneş battıktan bir süre sonra uyku moduna geçmesiyle alakalı. Eğer uyku zamanı ayakta kalıp gündüz vakti uyursak uykunun düzeni de bozuluyor.
Bozulunca ne oluyor ?
Uykunun en önemli iki bölümü var. İlki biz uykuya dalar dalmaz, mesela bu bir yetişkin için saat 23:00 civarı diyelim, harekete geçiyor. Çocuklarda da saat 21'de. Bu süreçte çocuklardaki büyüme hormonunu harekete geçiyor. Bi nevi uyusun da büyüsün ninnisinin gerçeğe dönüşüm hali.
Yetişkinlerde ise aynı süreç yağ yakımını sağlayan hormonları çalıştırıyor.
İkinci süreç REM denen bölüm. Sabaha karşı başlıyor ve kişide zihin açıklığını geliştiriyor.
Bunlar aslında uyku sırasında gerçekleşen bir çok faaliyeti barındıran iki bölüm.
Şimdi benim yeni öğrendiğim kısım ise şu: Eğer yetkişkin ya da çocuk geç uyurlarsa ilk bölümü atlayıp doğrudan REMe geçiyorlar. Bu yüzden de çocukta büyüme bozuklukları, yetişkin insanda ise ,buraya dikkat, obezite sorunları oluşabiliyor.
Kısaca, ne kadar ayakta kalırsam o kadar enerji harcarım, uyursam kilo alırım, üstelik hayat da akıp gidiyor, bebe miyim erkenden uyuyayım, ben günde 6 saat uyurum yeter, 1'de yatar 7'de kalkarım, türünden akıl yürütmeler ya da basit matematik hesabı gibi şehir efsanelerine kanmamak gerekiyormuş.
Üsteilk uyku halindeyken oturup televizyon seyreden halimizden daha fazla kalori yaktığımız artık bilinen bir gerçek.
Saat 11'de yatıp 6'da kalkan bir insanın saat 1'de yatıp 8'de kalkan bir insandan daha dinç uyandığı ve günü iyi geçirdiği ise zaten her gün yaşadığımız bir diğer gerçek.
Ama ben gene de bu açıklamaları izledim ya, akşam saat onda sızıp gitmişim. Bu da işin bilinçaltı paranoyası :)
22 Aralık 2009 Salı
İran değil sadece yüzme havuzu
Hayatımdaki ilk cinsel ayrımcılıkla yüzleşme bir havuzda gerçekleşti.
Oniki yaşındayken taşındığımız lojmanlarda yüzme havuzu olduğunu öğrendiğimde yazın gelmesini iple çekmiştim. Ancak havuz mevsimi açılıp da havuza girebilmek için bone takmam gerektiğini öğrenmem bende balyoz etkisi yarattı.
Hayatımda duyduğum en aptal kuraldı. O yaşta zaten bütün kurallar aptaldır ama bu hepsinden de aptalca bir aptal kuraldı.
Çünkü..
Bone zorunluluğu sadece kızlar için geçerliydi. Kızların saçları uzundur ,uzun saç dökülür, dökülmüş saç hijyenik açıdan risktir gibi asla o yaşta kabul edemeyeceğim gerekçeler zinciriyle karşımda duran yüksek bir duvardı bu.
Oniki yaşında çocuktum ve saçlarım da kısacıktı.
Kendi mantığım bu mantıksız bulduğum kurala anında isyan etti tabi.
Bir de o bone ! O zamanlar nerede yüzme bonesi bulacaksın ! Çoğu kız arkadaşım annelerinin eski mayolardan diktiği lastik geçirilmiş boneler takıyordu. Ama onlar da suya daldığın anda kafadan fırlıyordu.
Babamın bir arkadaşı hem kendi kızı hem de benim için artık kauçuk mu, plastik mi neyse öyle bir maddeden yapılmış boneler almıştı. Görüntü şimdiki silikon bonelere benziyordu ama kullanımı oldukça can yakıcı bir tecrübeydi. Zira hem acayip sıkıyor hem de her çıkarma teşebbüsünde saçlarımın önemli bir kısmını da söküp götürüyordu bu aptal bone. Zaten o da çok dayanmadı yırtıldı gitti.
Bir de bu havuzun aman vermeyen gözcüleri vardı. Sözde can kurtarandılar ama gözleri hep biz kızlardaydı. Kim bonesini takmıyor, kimin saçı boneden taşıyor sürekli uyarıp dururlardı.
Psikolojiye bakın hele. Kızlı erkekli havuzda tepiniyoruz oradan bir amca sürekli ve de sadece kızlara bone bone diye bağırıyor. Tabi bazı acımasız erkeklerin dalga geçmesi yetmezmiş gibi saçlar düzelsin diye kısa süreli boneyi cikarip suya daldiğimizda bizi hemen amcalara ispiyonlamakla tehdit ediyorlardı.
Bu kuralın asıl biz kızları aşağılayan yanı saç uzunluğu ayırt etmeksizin tüm kızları kapsamasıydı. Mesela ağbimin bir arkadaşı vardı. Yine o yıllarda liseden mezun olan her erkek evladı gibi saçlarını uzatmıştı. Bize geldiğinde omuz hizzasında , pek çok kızın sahip olmak isteyeceği türden gür lüle saçlara sahipti kendisi. Ama sonuçta kız olmadığı için saçı isterse Rapunzel'inkinden uzun olsun bone takmasına gerek yoktu.
Bununla beraber Snead O`Connor modasına kendisini kaptırmış bir kız da saçlarını kazıttığı halde hala bone ile havuza girmesi gerekiyordu.
Neyseki dünyanın tüm aptal kuralları gibi bu bone kuralı da yıllar sonra bir gün sağduyuyla tanıştı ve tamamen iptal edildi !
Eğer zaten biraz daha sürdürselerdi bu tutumu, benim de anarşist, kinci bir feministe dönüşmem kaçınılmaz olacaktı..
;)
Oniki yaşındayken taşındığımız lojmanlarda yüzme havuzu olduğunu öğrendiğimde yazın gelmesini iple çekmiştim. Ancak havuz mevsimi açılıp da havuza girebilmek için bone takmam gerektiğini öğrenmem bende balyoz etkisi yarattı.
Hayatımda duyduğum en aptal kuraldı. O yaşta zaten bütün kurallar aptaldır ama bu hepsinden de aptalca bir aptal kuraldı.
Çünkü..
Bone zorunluluğu sadece kızlar için geçerliydi. Kızların saçları uzundur ,uzun saç dökülür, dökülmüş saç hijyenik açıdan risktir gibi asla o yaşta kabul edemeyeceğim gerekçeler zinciriyle karşımda duran yüksek bir duvardı bu.
Oniki yaşında çocuktum ve saçlarım da kısacıktı.
Kendi mantığım bu mantıksız bulduğum kurala anında isyan etti tabi.
Bir de o bone ! O zamanlar nerede yüzme bonesi bulacaksın ! Çoğu kız arkadaşım annelerinin eski mayolardan diktiği lastik geçirilmiş boneler takıyordu. Ama onlar da suya daldığın anda kafadan fırlıyordu.
Babamın bir arkadaşı hem kendi kızı hem de benim için artık kauçuk mu, plastik mi neyse öyle bir maddeden yapılmış boneler almıştı. Görüntü şimdiki silikon bonelere benziyordu ama kullanımı oldukça can yakıcı bir tecrübeydi. Zira hem acayip sıkıyor hem de her çıkarma teşebbüsünde saçlarımın önemli bir kısmını da söküp götürüyordu bu aptal bone. Zaten o da çok dayanmadı yırtıldı gitti.
Bir de bu havuzun aman vermeyen gözcüleri vardı. Sözde can kurtarandılar ama gözleri hep biz kızlardaydı. Kim bonesini takmıyor, kimin saçı boneden taşıyor sürekli uyarıp dururlardı.
Psikolojiye bakın hele. Kızlı erkekli havuzda tepiniyoruz oradan bir amca sürekli ve de sadece kızlara bone bone diye bağırıyor. Tabi bazı acımasız erkeklerin dalga geçmesi yetmezmiş gibi saçlar düzelsin diye kısa süreli boneyi cikarip suya daldiğimizda bizi hemen amcalara ispiyonlamakla tehdit ediyorlardı.
Bu kuralın asıl biz kızları aşağılayan yanı saç uzunluğu ayırt etmeksizin tüm kızları kapsamasıydı. Mesela ağbimin bir arkadaşı vardı. Yine o yıllarda liseden mezun olan her erkek evladı gibi saçlarını uzatmıştı. Bize geldiğinde omuz hizzasında , pek çok kızın sahip olmak isteyeceği türden gür lüle saçlara sahipti kendisi. Ama sonuçta kız olmadığı için saçı isterse Rapunzel'inkinden uzun olsun bone takmasına gerek yoktu.
Bununla beraber Snead O`Connor modasına kendisini kaptırmış bir kız da saçlarını kazıttığı halde hala bone ile havuza girmesi gerekiyordu.
Neyseki dünyanın tüm aptal kuralları gibi bu bone kuralı da yıllar sonra bir gün sağduyuyla tanıştı ve tamamen iptal edildi !
Eğer zaten biraz daha sürdürselerdi bu tutumu, benim de anarşist, kinci bir feministe dönüşmem kaçınılmaz olacaktı..
;)
21 Aralık 2009 Pazartesi
Bu bir gezi yazısı değildir.
Bu yukarıdaki ufak ada bir bakıma bugünkü bilindik hikayenin başladığı yer. Oraya gidene kadar ben de farkında değildim, oturup araştırmayı bırakın Senegal seyahatimin programında gördüğümde Gorée Adası hakkında en ufak bir merak bile uyanmamıştı içimde.
Senegal, Afrika'nın en batısındaki ufak bir ülke. Gorée Adası ki kendisi minicik bir yer, koca kıtanın en en batısı oluyor.
Bir deyişle Amerika kıtasına da en yakın nokta.
Senegal, Afrika'nın en batısındaki ufak bir ülke. Gorée Adası ki kendisi minicik bir yer, koca kıtanın en en batısı oluyor.
Bir deyişle Amerika kıtasına da en yakın nokta.
Daha da açık olmak gerekirse köle ticaretinin Afrika'daki son durağı..
Zaten adayı çevreleyen binalara dikkatli bakınca tipik koloni mimarisini görebiliyorsunuz. Bu aşağıdaki meşhur pembe bina gibi..
Afrika'nın her yerinden toplanan insanlar köle tacirlerince bu adaya getirildikten sonra bu evin alt takındaki sıkışık bölmelere tıkılıyormuş. Üstün beyaz ırk yukarıda denize sıfır manzaralı ferah odalarında kölelerini Amerika'ya taşıyacak gemileri beklerken Afrikalılar aşağıdaki hayvan barınağından beter bölmelerde aylarca tutuluyormuş.
Evet, köle gemilerinin aşması gereken koca bir okyanus olduğu düşünülürse gemilerin yaptığı ring seferden dönmesi ayları buluyormuş.
Aşağıdaki fotoğrafları ne kadar iyi yansıtıyor bilemiyorum ama ben bu bölmelere girdiğimde bunlardan çok daha iyi koşullarda ahır ve ağıllar gördüğümü anımsamıştım.
Köle tacirlerlerinin hayvandan kötü muameleye layık gördükleri bu insanların nasıl oluyorsa zeki de olabileceklerini biliyor olmalıymışlar ki kaçma ihtimallerine karşın odanın penceresini dışarı doğru uzanan bu daracık çıkıntı olarak yapmışlar. Bölmenin iç avluya açılan kısmında öyle bir paranoya yok dikkat ederseniz.
Bu penceresiz ve alçak tavanlı bölme ise cezalandırılan Afrikalıların tıkıldıkları yermiş. Muhtemelen bir şekilde kaçmaya ya da isyan etmeye teşebbüs eden cesur girişimlerin karanlık sonuydu burası.
Evlerinden koparılan bu insanlar, buralarda böylesine bir eziyetle alıkonulduktan sonra da hayatlarının geri kalanında sahipleri için çalışacakları o çok uzaktaki kıtaya götürülmüşler.
Sonrasını zaten hepimiz biliyoruz..
15 Aralık 2009 Salı
İlişkiler kuralı..Sil baştan !
Tüm ilişkilerin bilineni kesindir: Kaçan kovalanır !
Aslında bu görünen şekil. Yani her türlü ilişkide bir taraf diğerinin üstüne titrer, onu el üstünde tutmaya çalışır ve öncelik hep o taraftır. Diğer taraf ise sırtını görünmez bu desteğe yaslamış ama çoğu zaman da bu aşırı ilgi yoğunluğundan şımarmış bir sıkılganlıkla sürdürür ilişkisini.
Karşılıklı hisler eşit bile olsa bakış açısı tamamen kişilikle birlikte değişkenlik gösterir. Eğer siz ilişkide karşı tarafı sürekli mutlu etmeye kendinizi adarsanız karşı taraf bunu çok fena kullanır. Çünkü kesin olan gerçek şudur:
İnsan kendini karşı tarafın mutluluğuna adıyorsa kendi mutluluğundan ödün veriyor demektir.
Kendi mutluluğundan ödün veren insan da kendi değerini azaltıyordur.
Kendine olan değerini kaybetmiş birine de kimse ilgi duymaz.
Bir sabah uyanır, sürekli verdim verim sonunda kazığı yedim diye sinirlenirseniz, orada kızmanız gereken kişi kendiniz olmalısınız.
Ha, sizin rest çektiğiniz yerde karşı taraf sizdeki bu kul- köle modunun kaybolduğunu görerek o uyuşukluktan kurtulup sizi yeni fark etmiş gibi dikkatle izlemeye başlar tabi, bu da düzenin bir diğer kuralı.
Siz ondan kendinizi çektikçe o üstünüze düşer. Neden ? Çünkü artık siz kendinize değer veriyorsunuzdur.
Ve karşı taraf da tıpkı değerli herşeyin göze çekici gözükmesi gibi sizi ulaşılmaz bir yerde görmeye başlar artık.
O noktada siz ben böyleyim bu böyle kabul edilsin der yolunuza devam ederseniz de sonuç şu olur.
Ya bu sefer peşinizden o koşar..
Ya da Elvis Presley'e You Were Always On My Mind parçasında eşlik eder..
Aslında bu görünen şekil. Yani her türlü ilişkide bir taraf diğerinin üstüne titrer, onu el üstünde tutmaya çalışır ve öncelik hep o taraftır. Diğer taraf ise sırtını görünmez bu desteğe yaslamış ama çoğu zaman da bu aşırı ilgi yoğunluğundan şımarmış bir sıkılganlıkla sürdürür ilişkisini.
Karşılıklı hisler eşit bile olsa bakış açısı tamamen kişilikle birlikte değişkenlik gösterir. Eğer siz ilişkide karşı tarafı sürekli mutlu etmeye kendinizi adarsanız karşı taraf bunu çok fena kullanır. Çünkü kesin olan gerçek şudur:
İnsan kendini karşı tarafın mutluluğuna adıyorsa kendi mutluluğundan ödün veriyor demektir.
Kendi mutluluğundan ödün veren insan da kendi değerini azaltıyordur.
Kendine olan değerini kaybetmiş birine de kimse ilgi duymaz.
Bir sabah uyanır, sürekli verdim verim sonunda kazığı yedim diye sinirlenirseniz, orada kızmanız gereken kişi kendiniz olmalısınız.
Ha, sizin rest çektiğiniz yerde karşı taraf sizdeki bu kul- köle modunun kaybolduğunu görerek o uyuşukluktan kurtulup sizi yeni fark etmiş gibi dikkatle izlemeye başlar tabi, bu da düzenin bir diğer kuralı.
Siz ondan kendinizi çektikçe o üstünüze düşer. Neden ? Çünkü artık siz kendinize değer veriyorsunuzdur.
Ve karşı taraf da tıpkı değerli herşeyin göze çekici gözükmesi gibi sizi ulaşılmaz bir yerde görmeye başlar artık.
O noktada siz ben böyleyim bu böyle kabul edilsin der yolunuza devam ederseniz de sonuç şu olur.
Ya bu sefer peşinizden o koşar..
Ya da Elvis Presley'e You Were Always On My Mind parçasında eşlik eder..
6 Aralık 2009 Pazar
Yolla herkese gitsin
Eskiden komik bir eposta alırdık ve hemen bak çok komik notu düşerek arkadaşlarımıza iletirdik. Ama artık sütten ağzı yanmış biri olarak böylesine geyik bir işlem için bile kırk kere düşünüyorum. Şimdi diyorum bir grup birbirini tanıyan adama göndersem hemen herkese yanıtla tuşuna basarlar gereksiz yere milletin posta kutusunu aynı konulu epostalarla doldururuz. Alıcıları gizlesem bu sefer kime gittiğini bilmedikleri için şaşkın ördekler gibi gene aynı insanlara gönderirler. Yani alt tarafı onbeş saniyelik bir absürd video sıradan bir iş epostasından daha çok kafa patlatmaya neden olur.
Bir kaç yıl önce bunun en güzelini canım çok uluslu firmam ve onun güzel insanları sayesinde yaşamış olduk. Firmada yüze yakın ülkeye yayılmış binlerce çalışan var ve hemen herkes mutlaka bir projeye ait alt eposta gruplarındalar. Akıllının biri o projeye ait insanlara göndereceği bir epostayı nasıl becerdiyse tüm dünya çalışanlarının ait olduğı eposta grubuna yolluyor. Normalde çoğu bu beni ilgilendirmez diyip siler zaten. Ne var ki eposta içeriği Bu cuma kafeteryada proje grubu kahve toplantısı gibi abuk bir konu olunca o binlerce alıcıdan birkaçı elbet ne alaka tepkisini vermekte kendini haklı buldu.
Eposta Avrupa"dan bir cuma sabahı yola çıktı. Çok geçmedi gönderen sivri zeka normalde on küsür kişi yerine binlerce kişiye gönderdiğini farkedip özür postasını gönderdi. Bunun üzerine aynı konulu birden fazla epostayı farkeden Çinliler çıkarın bizi bu epostadan diye yanıtladılar. Oradan Singapur ve Malezya gibi civar ülkeler de aynı şikayetle sadece göndericiye değil bize de aynı yanıtları ilettiler.
Biz ofisteki Türkler ne oluyor yahu bir tuvalete gidip geldim elektronik posta hesabım Cuma kahvesi epostalarının saldırısına uğramış şeklinde gülüp bir yandan da olan bitene anlam vermeye çalıştık. Öğleden sonra bir kaç Alman da katıldı. Ruslar falan derken ortalık biraz duruldu. Ta ki bizde akşam Amerika kıtasında sabah olana kadar.
İşe gelip de onlarca cuma kahvesi epostasını gören bu kıta çalışanları bu sefer isyana başladı ve ABD ve bilimum latin Amerika ülkesindeki bu hiç tanımadığımız iş arkadaşlarımız cuma biz ofisten ayrılırken çıkarın bizi bu listeden diye ağlanan o bildik epostalarla karşı atağa geçmişlerdi.
Bu iş normalde ertesi güne durur sanıyorsunuz ama bilmiyorsunuz ki tam bir hafta sürdü. Epostalarını geç okuyanlar izinde olanlar falan yüzünden durdu durdu gene hareketlendi. Bazıları araya espriler kattı nasıl olsa arada kaynar diye. Bir grup akıllı ise bu epostadan kendilerine tişört yaptırıp kabus eposta zincirine bu tişörtlerle artistik pozlarını bile gönderdiler.
Yani koskoca firmalar bile bu tür hataları yapabilen insanlarla doluyken bizim arkadaş çevremizin de basit bir epostayı herkese gönder tuşuyla kabusa döndürebilecek potansiyelde insanlarla dolu olması çok normal.
Basit hataları yüzünden arkadaşlarınıza olan bakış açınız değişsin istemiyorsanız geyik epostları kime ve nasıl göndereceğinize önceden iyice karar verin. Böylece kimseyi üzmeyin ve siz de akıl sağlığınızı koruyun..
2 Aralık 2009 Çarşamba
Kendi kendini harcama
Yıl 2001. İşten bir arkadaşımla sabah ofise gitmeden açık havada oturmuş kahvaltı yapıyorduk. Bir kaç masa ilerimizde bir grup genç kadın vardı. İçlerinden biri hafif kilolu, üstünde siyah bir elbise ve oturduğu sandalyede garip bir pozisyon almıştı. İş arkadaşım, belki de erkek olduğu için kadının bu hafif müstehcen oturma pozisyonundan dolayı kendi kendine uzaktan ona sataşmaya başladı.
Kadın gerçekten de bacaklarını açmış, umurumda mı dünya gibisinden kimseye aldırış etmeden oturuyordu. Beni rahatsız etmiyordu ama ben de arkadaşıma hak vermeden edememiştim.
Derken hepsi ayaklandı ve gördük ki hafif kilolu ve vurdumduymaz genç kadın aslında karnı burnunda bir hamileymiş ! Hem de ne hamile, dokunsan orada doğuruverecek. Biz oturduğumuz yerde onu harcarken o aslında kendisi için en rahat pozisyonda oturmaya çalışıyormuş.
O çekip giderken biz utancımızdan yerin dibine girdik. Yıllar geçti, hala kendimizi böylesine küçük düşürdüğümüz o sabahı unutamadık..
Yıl 2008. Bizim sitede tam da bizim evin manzarasında bir ev fark ettmiştik. Diğer tüm evlerden farklı bir ışıklandırması ve göze batan bir hareketsizliği vardı. Ben o ölü ışığa, bize gelen gidenler de hep aynı yerde oturan hareketsiz silüete takmışlardı.
Ortam o kadar boğucu ve sıkıcıydı ki, bu evde oturan kişi ya da kişilerin hakkında atıp tutmamak elde değildi..
Bir de perde yok, ister istemez insanın gözü kayıyor.
Hücre evi diye güldük..
Psikopat bu insan dedik..
Milli maç sonrası tüm site balkona çıkmış çığlık çığlığa anırırken evdeki kişinin gene aynı köşede sabit durduğunu fark edip o kişiye " Sapıksın sen sapık !" diye saydıranlarımız bile oldu.
Tabi biraz coşkunun da etkisi var ama sonuçta o hareketsiz kaldıkça biz yerimizde duramadık.
Yıl 2009 oldu hatta bitmek üzere... Bir sabah erken saatlerde camdan dışarı bakarken gördüm ki bu evin hemen pencerenin önünde bir ağır hareket var. Camın önünde masa varmış, biri de yavaş hareketlerle üstündeki örtüyü düzeltiyor.
O anda göğsüme yumruğu yedim zaten. O kişinin yüzünü göremesem de yavaşlatılmış hareketlerinden yaşlı bir adamcağız olduğunu anladım. Bir örtüyü düzeltmesi bile dakikalarını aldı. O sırada gözümün önüne tıpkı sonu şok edici filmlerdeki gibi geçmiş sahneler yeniden belirdi. Her gece aynı yerde sabit oturması, o can sıkıcı ışık, yalnızlık..
Adam tek başına yaşayan ihtiyarın tekiydi ve biz bu yüzden adama neredeyse iki yıl demediğimizi bırakmadık..
Sonuç olarak da bunca zaman yaptığımız bu kötü niyetli şamata geldi tokat gibi gene bize çarptı. Hatta bana demeliyim çünkü diğer dalgacıların hala bu gerçekten haberi yok..
Aradan geçen bunca senede hala hiçbirşey öğrenememiş biri olarak sanırım bu yüzleşmedeki en ağır vicdan hesaplaşmasını da benim yüklenmem ilahi adaletin sonucu olsa gerek..
Yıl 2010 gelsin ve geçmiş on yıldaki bu sicilimden kurtarsın beni diliyorum..
1 Aralık 2009 Salı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)