28 Aralık 2009 Pazartesi

Tembellik çağrısı

Bizim milletin neden tembel olduğu belli. Çünkü kafası çalışan da çalışkan insan da her türlü ortamda cezalandırılıyor.

Daha ilkokul çağlarından başlıyor bu hem de. Sınıfın en akıllısı, en uslusu ya da en ideal öğrencisi diyelim; illa ki sınıf başkanı seçiliyor. Sınıf başkanı olmak elbette çoğu insan için kulağa hoş gelen bir tanımlama ama bakalım o öğrenci başkan olmak istiyor mu ? Zaten iyi bir öğrenci neden bir de tüm sınıfın sorumluluğunu yüklensin ki ?

Sürekli yoklama yap, tenefüs sonrası sınıfı hizzaya sokmaya çalış, gerekiyorsa haylazlık yapanları öğretmene ispiyonla.

Bu ödüllendirmeden çok cezalandırmak gibi gelmiyor mu kulağa sizce de ?

Ödevler oluyor, sınavlar yapılıyor. Çoğunluk sınıfın çalışkanlarının peşinde; ya ödevleri çekiyorlar ya da sınavdan hemen önce etrafını kuşatıp kopya diye baskı kuruyorlar zavallıya.

Profesyonel hayatta ise çalışan insanın hali daha da içler acısı. Eğer firmanız düzenli performans değerlendirmeleri, pozisyona göre dönemsel hedeflendirmeler ve prim sistemeleri gibi çıkan sonuca göre ödüllendirme sistemine gitmiyorsa burada her zaman çalışkan ve üreten elemanlar sürünür dururlar.

Çoğunluk nasıl olsa kafası basanlar bu işin altından kalkar diyerek enseye yatar, üstler ancak kafası basanlar bundan bizi kurtarır inancıyla onlara yüklenir bir de bu kadar ağır iş yükü altında ,sonuçta onlar da insan evladı, olur da hata yaparlarsa kabak tabi ki onların başına patlar.

Ne yazık ki geleceğe yatırırımın çalışana yatırım yapmaktan geçtiğinden habersiz, günü kurtarma ve kısa vadeli çıkış peşinde koşan firmaların acınası tablosu budur.

Tam tersi firmalarda da aslında durum çok değişken değildir. Özellikle proje gruplarında diğerlerinden daha heyecanlı daha öne çıkan birileri varsa diğerleri hemen onun arkasına sığınır, iş yapıyormuş gibi görünüp tüm fikirlere ortak olurlar. Sonra o proje tutmaz ya da batarsa suç tabi ki ortaklaşa sahiplenilmez. Fikri ortaya atanındır hata !

Günlük hayatta da manzara benzerdir. Hani bahsetmiştim ya tutuşuklar vardır diye. Bunlar aynı zamanda heryere koştururlar. Hem kendi, hem aile, hem de yakınlarının işlerini hallederler. Mesela, fatura yatırmak, alışveriş yapmak, köpek gezdirmek, çocuğu okula bırakmak gibi ıvır zıvır işler..

Bu işlerden birinde çuvalladıkları anda etraflarındaki bütün negatif enerji üstlerine yoğunlaşır.


Bir kişi der mi ya bu kadar koşturuyorsun sen de bittin tabi normaldir, suç sana bu kadar işi yığan da.

Sannam.

Onun yerine, kim dedi sana hepsine birden yetiş diye, madem o kadarına yetişemiyorsun söylesene biz de vermeyiz o işi sana diye bir de üstüne fırça yerler.

Yok arkadaş, bu memlekette tembelce bir köşeye kıvrılmak en iyisi. Siz de gerçekten atak, yılmaz ve zeki insanlardansanız potansiyelinize sahip çıkın, harcanıp gitmeyin bu gibi ortamlarda !

24 Aralık 2009 Perşembe

Uyku hesapları

Dün televizyonda uzmanlık dalı uyku ve uykusuzluk hastalıkları olan bir profesörün açıklamalarını izledim. Gerçi çoğu bildiğim gerçeklerdi anlattıkları; yine de uyku denen süreç gözümde daha bir değer kazandı..

Mesela, gece uykusu ile gündüz uykusu arasında yaşam kalitesini etkileyen ciddi faktörler var.
Bunun sebebi vücudumuzun güneş battıktan bir süre sonra uyku moduna geçmesiyle alakalı. Eğer uyku zamanı ayakta kalıp gündüz vakti uyursak uykunun düzeni de bozuluyor.


Bozulunca ne oluyor ?


Uykunun en önemli iki bölümü var. İlki biz uykuya dalar dalmaz, mesela bu bir yetişkin için saat 23:00 civarı diyelim, harekete geçiyor. Çocuklarda da saat 21'de. Bu süreçte çocuklardaki büyüme hormonunu harekete geçiyor. Bi nevi uyusun da büyüsün ninnisinin gerçeğe dönüşüm hali
.

Yetişkinlerde ise aynı süreç yağ yakımını sağlayan hormonları çalıştırıyor.

İkinci süreç REM denen bölüm. Sabaha karşı başlıyor ve kişide zihin açıklığını geliştiriyor.

Bunlar aslında uyku sırasında gerçekleşen bir çok faaliyeti barındıran iki bölüm.

Şimdi benim yeni öğrendiğim kısım ise şu: Eğer yetkişkin ya da çocuk geç uyurlarsa ilk bölümü atlayıp doğrudan REMe geçiyorlar. Bu yüzden de çocukta büyüme bozuklukları, yetişkin insanda ise ,buraya dikkat, obezite sorunları oluşabiliyor.

Kısaca, ne kadar ayakta kalırsam o kadar enerji harcarım, uyursam kilo alırım, üstelik hayat da akıp gidiyor, bebe miyim erkenden uyuyayım, ben günde 6 saat uyurum yeter, 1'de yatar 7'de kalkarım, türünden akıl yürütmeler ya da basit matematik hesabı gibi şehir efsanelerine kanmamak gerekiyormuş.


Üsteilk uyku halindeyken oturup televizyon seyreden halimizden daha fazla kalori yaktığımız artık bilinen bir gerçek.


Saat 11'de yatıp 6'da kalkan bir insanın saat 1'de yatıp 8'de kalkan bir insandan daha dinç uyandığı ve günü iyi geçirdiği ise zaten her gün yaşadığımız bir diğer gerçek.

Ama ben gene de bu açıklamaları izledim ya, akşam saat onda sızıp gitmişim.
Bu da işin bilinçaltı paranoyası :)

22 Aralık 2009 Salı

İran değil sadece yüzme havuzu

Hayatımdaki ilk cinsel ayrımcılıkla yüzleşme bir havuzda gerçekleşti.

Oniki yaşındayken taşındığımız lojmanlarda yüzme havuzu olduğunu öğrendiğimde yazın gelmesini iple çekmiştim. Ancak havuz mevsimi açılıp da havuza girebilmek için bone takmam gerektiğini öğrenmem bende balyoz etkisi yarattı.

Hayatımda duyduğum en aptal kuraldı. O yaşta zaten bütün kurallar aptaldır ama bu hepsinden de aptalca bir aptal kuraldı.

Çünkü..

Bone zorunluluğu sadece kızlar için geçerliydi. Kızların saçları uzundur ,uzun saç dökülür, dökülmüş saç hijyenik açıdan risktir gibi asla o yaşta kabul edemeyeceğim gerekçeler zinciriyle karşımda duran yüksek bir duvardı bu.

Oniki yaşında çocuktum ve saçlarım da kısacıktı.


Kendi mantığım bu mantıksız bulduğum kurala anında isyan etti tabi.

Bir de o bone ! O zamanlar nerede yüzme bonesi bulacaksın ! Çoğu kız arkadaşım annelerinin eski mayolardan diktiği lastik geçirilmiş boneler takıyordu. Ama onlar da suya daldığın anda kafadan fırlıyordu.
Babamın bir arkadaşı hem kendi kızı hem de benim için artık kauçuk mu, plastik mi neyse öyle bir maddeden yapılmış boneler almıştı. Görüntü şimdiki silikon bonelere benziyordu ama kullanımı oldukça can yakıcı bir tecrübeydi. Zira hem acayip sıkıyor hem de her çıkarma teşebbüsünde saçlarımın önemli bir kısmını da söküp götürüyordu bu aptal bone. Zaten o da çok dayanmadı yırtıldı gitti.


Bir de bu havuzun aman vermeyen gözcüleri vardı. Sözde can kurtarandılar ama gözleri hep biz kızlardaydı. Kim bonesini takmıyor, kimin saçı boneden taşıyor sürekli uyarıp dururlardı.

Psikolojiye bakın hele. Kızlı erkekli havuzda tepiniyoruz oradan bir amca sürekli ve de sadece kızlara bone bone diye bağırıyor. Tabi bazı acımasız erkeklerin dalga geçmesi yetmezmiş gibi saçlar düzelsin diye kısa süreli boneyi cikarip suya daldiğimizda bizi hemen amcalara ispiyonlamakla tehdit ediyorlardı.

Bu kuralın asıl biz kızları aşağılayan yanı saç uzunluğu ayırt etmeksizin tüm kızları kapsamasıydı. Mesela ağbimin bir arkadaşı vardı. Yine o yıllarda liseden mezun olan her erkek evladı gibi saçlarını uzatmıştı. Bize geldiğinde omuz hizzasında , pek çok kızın sahip olmak isteyeceği türden gür lüle saçlara sahipti kendisi. Ama sonuçta kız olmadığı için saçı isterse Rapunzel'inkinden uzun olsun bone takmasına gerek yoktu.

Bununla beraber Snead O`Connor modasına kendisini kaptırmış bir kız da saçlarını kazıttığı halde hala bone ile havuza girmesi gerekiyordu.

Neyseki dünyanın tüm aptal kuralları gibi bu bone kuralı da yıllar sonra bir gün sağduyuyla tanıştı ve tamamen iptal edildi !

Eğer zaten biraz daha sürdürselerdi bu tutumu, benim de anarşist, kinci bir feministe dönüşmem kaçınılmaz olacaktı..

;)

21 Aralık 2009 Pazartesi

Bu bir gezi yazısı değildir.

Bu yukarıdaki ufak ada bir bakıma bugünkü bilindik hikayenin başladığı yer. Oraya gidene kadar ben de farkında değildim, oturup araştırmayı bırakın Senegal seyahatimin programında gördüğümde Gorée Adası hakkında en ufak bir merak bile uyanmamıştı içimde.

Senegal, Afrika'nın en batısındaki ufak bir ülke. Gorée Adası ki kendisi minicik bir yer, koca kıtanın en en batısı oluyor.

Bir deyişle Amerika kıtasına da en yakın nokta.

Daha da açık olmak gerekirse köle ticaretinin Afrika'daki son durağı..

Zaten adayı çevreleyen binalara dikkatli bakınca tipik koloni mimarisini görebiliyorsunuz. Bu aşağıdaki meşhur pembe bina gibi..


Afrika'nın her yerinden toplanan insanlar köle tacirlerince bu adaya getirildikten sonra bu evin alt takındaki sıkışık bölmelere tıkılıyormuş. Üstün beyaz ırk yukarıda denize sıfır manzaralı ferah odalarında kölelerini Amerika'ya taşıyacak gemileri beklerken Afrikalılar aşağıdaki hayvan barınağından beter bölmelerde aylarca tutuluyormuş.

Evet, köle gemilerinin aşması gereken koca bir okyanus olduğu düşünülürse gemilerin yaptığı ring seferden dönmesi ayları buluyormuş.

Aşağıdaki fotoğrafları ne kadar iyi yansıtıyor bilemiyorum ama ben bu bölmelere girdiğimde bunlardan çok daha iyi koşullarda ahır ve ağıllar gördüğümü anımsamıştım.



Köle tacirlerlerinin hayvandan kötü muameleye layık gördükleri bu insanların nasıl oluyorsa zeki de olabileceklerini biliyor olmalıymışlar ki kaçma ihtimallerine karşın odanın penceresini dışarı doğru uzanan bu daracık çıkıntı olarak yapmışlar. Bölmenin iç avluya açılan kısmında öyle bir paranoya yok dikkat ederseniz.
Bu penceresiz ve alçak tavanlı bölme ise cezalandırılan Afrikalıların tıkıldıkları yermiş. Muhtemelen bir şekilde kaçmaya ya da isyan etmeye teşebbüs eden cesur girişimlerin karanlık sonuydu burası.

Evlerinden koparılan bu insanlar, buralarda böylesine bir eziyetle alıkonulduktan sonra da hayatlarının geri kalanında sahipleri için çalışacakları o çok uzaktaki kıtaya götürülmüşler.

Sonrasını zaten hepimiz biliyoruz..

15 Aralık 2009 Salı

İlişkiler kuralı..Sil baştan !

Tüm ilişkilerin bilineni kesindir: Kaçan kovalanır !

Aslında bu görünen şekil. Yani her türlü ilişkide bir taraf diğerinin üstüne titrer, onu el üstünde tutmaya çalışır ve öncelik hep o taraftır. Diğer taraf ise sırtını görünmez bu desteğe yaslamış ama çoğu zaman da bu aşırı ilgi yoğunluğundan şımarmış bir sıkılganlıkla sürdürür ilişkisini.


Karşılıklı hisler eşit bile olsa bakış açısı tamamen kişilikle birlikte değişkenlik gösterir. Eğer siz ilişkide karşı tarafı sürekli mutlu etmeye kendinizi adarsanız karşı taraf bunu çok fena kullanır. Çünkü kesin olan gerçek şudur:

İnsan kendini karşı tarafın mutluluğuna adıyorsa kendi mutluluğundan ödün veriyor demektir.


Kendi mutluluğundan ödün veren insan da kendi değerini azaltıyordur.

Kendine olan değerini kaybetmiş birine de kimse ilgi duymaz.


Bir sabah uyanır, sürekli verdim verim sonunda kazığı yedim diye sinirlenirseniz, orada kızmanız gereken kişi kendiniz olmalısınız.

Ha, sizin rest çektiğiniz yerde karşı taraf sizdeki bu kul- köle modunun kaybolduğunu görerek o uyuşukluktan kurtulup sizi yeni fark etmiş gibi dikkatle izlemeye başlar tabi, bu da düzenin bir diğer kuralı.

Siz ondan kendinizi çektikçe o üstünüze düşer.
Neden ? Çünkü artık siz kendinize değer veriyorsunuzdur.

Ve karşı taraf da tıpkı değerli herşeyin göze çekici gözükmesi gibi sizi ulaşılmaz bir yerde görmeye başlar artık.


O noktada siz
ben böyleyim bu böyle kabul edilsin der yolunuza devam ederseniz de sonuç şu olur.

Ya bu sefer peşinizden o koşar..


Ya da
Elvis Presley'e You Were Always On My Mind parçasında eşlik eder..

6 Aralık 2009 Pazar

Yolla herkese gitsin


Eskiden komik bir eposta alırdık ve hemen bak çok komik notu düşerek arkadaşlarımıza iletirdik. Ama artık sütten ağzı yanmış biri olarak böylesine geyik bir işlem için bile kırk kere düşünüyorum. Şimdi diyorum bir grup birbirini tanıyan adama göndersem hemen herkese yanıtla tuşuna basarlar gereksiz yere milletin posta kutusunu aynı konulu epostalarla doldururuz. Alıcıları gizlesem bu sefer kime gittiğini bilmedikleri için şaşkın ördekler gibi gene aynı insanlara gönderirler. Yani alt tarafı onbeş saniyelik bir absürd video sıradan bir iş epostasından daha çok kafa patlatmaya neden olur.

Bir kaç yıl önce bunun en güzelini canım çok uluslu firmam ve onun güzel insanları sayesinde yaşamış olduk. Firmada yüze yakın ülkeye yayılmış binlerce çalışan var ve hemen herkes mutlaka bir projeye ait alt eposta gruplarındalar. Akıllının biri o projeye ait insanlara göndereceği bir epostayı nasıl becerdiyse tüm dünya çalışanlarının ait olduğı eposta grubuna yolluyor. Normalde çoğu bu beni ilgilendirmez diyip siler zaten. Ne var ki eposta içeriği Bu cuma kafeteryada proje grubu kahve toplantısı gibi abuk bir konu olunca o binlerce alıcıdan birkaçı elbet ne alaka tepkisini vermekte kendini haklı buldu.

Eposta Avrupa"dan bir cuma sabahı yola çıktı. Çok geçmedi gönderen sivri zeka normalde on küsür kişi yerine binlerce kişiye gönderdiğini farkedip özür postasını gönderdi. Bunun üzerine aynı konulu birden fazla epostayı farkeden Çinliler çıkarın bizi bu epostadan diye yanıtladılar. Oradan Singapur ve Malezya gibi civar ülkeler de aynı şikayetle sadece göndericiye değil bize de aynı yanıtları ilettiler.

Biz ofisteki Türkler ne oluyor yahu bir tuvalete gidip geldim elektronik posta hesabım Cuma kahvesi epostalarının saldırısına uğramış şeklinde gülüp bir yandan da olan bitene anlam vermeye çalıştık. Öğleden sonra bir kaç Alman da katıldı. Ruslar falan derken ortalık biraz duruldu. Ta ki bizde akşam Amerika kıtasında sabah olana kadar.

İşe gelip de onlarca cuma kahvesi epostasını gören bu kıta çalışanları bu sefer isyana başladı ve ABD ve bilimum latin Amerika ülkesindeki bu hiç tanımadığımız iş arkadaşlarımız cuma biz ofisten ayrılırken çıkarın bizi bu listeden diye ağlanan o bildik epostalarla karşı atağa geçmişlerdi.

Bu iş normalde ertesi güne durur sanıyorsunuz ama bilmiyorsunuz ki tam bir hafta sürdü. Epostalarını geç okuyanlar izinde olanlar falan yüzünden durdu durdu gene hareketlendi. Bazıları araya espriler kattı nasıl olsa arada kaynar diye. Bir grup akıllı ise bu epostadan kendilerine tişört yaptırıp kabus eposta zincirine bu tişörtlerle artistik pozlarını bile gönderdiler.

Yani koskoca firmalar bile bu tür hataları yapabilen insanlarla doluyken bizim arkadaş çevremizin de basit bir epostayı herkese gönder tuşuyla kabusa döndürebilecek potansiyelde insanlarla dolu olması çok normal.

Basit hataları yüzünden arkadaşlarınıza olan bakış açınız değişsin istemiyorsanız geyik epostları kime ve nasıl göndereceğinize önceden iyice karar verin. Böylece kimseyi üzmeyin ve siz de akıl sağlığınızı koruyun..

2 Aralık 2009 Çarşamba

Kendi kendini harcama


Yıl 2001. İşten bir arkadaşımla sabah ofise gitmeden açık havada oturmuş kahvaltı yapıyorduk. Bir kaç masa ilerimizde bir grup genç kadın vardı. İçlerinden biri hafif kilolu, üstünde siyah bir elbise ve oturduğu sandalyede garip bir pozisyon almıştı. İş arkadaşım, belki de erkek olduğu için kadının bu hafif müstehcen oturma pozisyonundan dolayı kendi kendine uzaktan ona sataşmaya başladı.

Kadın gerçekten de bacaklarını açmış, umurumda mı dünya gibisinden kimseye aldırış etmeden oturuyordu. Beni rahatsız etmiyordu ama ben de arkadaşıma hak vermeden edememiştim.

Derken hepsi ayaklandı ve gördük ki hafif kilolu ve vurdumduymaz genç kadın aslında karnı burnunda bir hamileymiş ! Hem de ne hamile, dokunsan orada doğuruverecek.
Biz oturduğumuz yerde onu harcarken o aslında kendisi için en rahat pozisyonda oturmaya çalışıyormuş.

O çekip giderken biz utancımızdan yerin dibine girdik. Yıllar geçti, hala kendimizi böylesine küçük düşürdüğümüz o sabahı unutamadık..


Yıl 2008. Bizim sitede tam da bizim evin manzarasında bir ev fark ettmiştik. Diğer tüm evlerden farklı bir ışıklandırması ve göze batan bir hareketsizliği vardı. Ben o ölü ışığa, bize gelen gidenler de hep aynı yerde oturan hareketsiz silüete takmışlardı.

Ortam o kadar boğucu ve sıkıcıydı ki, bu evde oturan kişi ya da kişilerin hakkında atıp tutmamak elde değildi..
Bir de perde yok, ister istemez insanın gözü kayıyor.

Hücre evi diye güldük..


Psikopat bu insan dedik..


Milli maç sonrası tüm site balkona çıkmış çığlık çığlığa anırırken evdeki kişinin gene aynı köşede sabit durduğunu fark edip o kişiye " Sapıksın sen sapık !" diye saydıranlarımız bile oldu.


Tabi biraz coşkunun da etkisi var ama sonuçta o hareketsiz kaldıkça biz yerimizde duramadık.


Yıl 2009 oldu hatta bitmek üzere... Bir sabah erken saatlerde camdan dışarı bakarken gördüm ki bu evin hemen pencerenin önünde bir ağır hareket var. Camın önünde masa varmış, biri de yavaş hareketlerle üstündeki örtüyü düzeltiyor.

O anda göğsüme yumruğu yedim zaten. O kişinin yüzünü göremesem de yavaşlatılmış hareketlerinden yaşlı bir adamcağız olduğunu anladım. Bir örtüyü düzeltmesi bile dakikalarını aldı. O sırada gözümün önüne tıpkı sonu şok edici filmlerdeki gibi geçmiş sahneler yeniden belirdi. Her gece aynı yerde sabit oturması, o can sıkıcı ışık, yalnızlık..

Adam tek başına yaşayan ihtiyarın tekiydi ve biz bu yüzden adama neredeyse iki yıl demediğimizi bırakmadık..


Sonuç olarak da bunca zaman yaptığımız bu kötü niyetli şamata geldi tokat gibi gene bize çarptı. Hatta bana demeliyim çünkü diğer dalgacıların hala bu gerçekten haberi yok..

Aradan geçen bunca senede hala hiçbirşey öğrenememiş biri olarak sanırım bu yüzleşmedeki en ağır vicdan hesaplaşmasını da benim yüklenmem ilahi adaletin sonucu olsa gerek..


Yıl 2010 gelsin ve geçmiş on yıldaki bu sicilimden kurtarsın beni diliyorum..

25 Kasım 2009 Çarşamba

Tutuşuklar uyuşuklara karşı

İnsanlar gözümde ikiye ayrılır. Poposu tutuşuklar ve poposu uyuşuklar. Ben, tabi birazdan saydırmaya başlayacağım için tahmin edebilirsiniz ki tutuşuklar tarafında yer almaktayım.

Bu herhalde doğuştan gelen birşey. Eli çabuk olmaktan öte, atak davranmak, bir adım atmadan önce iki adım sonrasını hesaplamak ve tamamen pratik olabilmekle alakalı bir durumdur. Bir yerlere geç kalmaktan nefret etmek. Oluşan durumlarla ilgili kafadan hemen planı oluşturup hoop tamam, bu böyle yapılır ben de şunu eklerim olur biter şeklinde sürekli çözüm jimnastiği yapmak gibi arızalar da mevcuttur bizim ırkta.

Çoğumuz aynı anda birden fazla iş yapabilme becerisiyle de donatılmıştır. Sonuç iyi olur kötü olur belli olmaz ama en azından işe başlanır ve bitirilir. Biri size laf anlatırken o sırada meşgul dahi olsanız anlatılanları pür dikkat dinler, fikir bile üretirsiniz. Böylece oturduğunuz yerden ya da uzaktan çok iyi laf yetiştirirsiniz.

Poposu tutuşuk olmak insanı kesinlikle hiperaktif yapmaz. Ama poposu uyuşuklara kıyasla yüzmetre şampiyonları sayılırız.

O uyuşuklar yok mu o uyuşuklar, hepsi idamlık bence. Hayatınızı yavaşlattıkları yetmezmiş gibi zamanınızın da hırsızıdır bunlar..

Tutuşuk profilinin tam tersi, yani olabildiğince çekilmez bütün huylar bunlardadır. Sizi her zaman her yerde bekletirler ve işin insanı deli eden yanı bunu umursamazlar bile. Hatta arabayla evlerinin önüne kadar gidersiniz bunları almaya, hanımefendiler, beyefendiler ancak dakikalar sonra apartman kapısında görünürler. Biz tutuşuklar ise eziğiz ya, daha o bizi evden almaya gelen araç sokağa dönmeden evin önünde hazırolda bekleriz halbuki..

Bir de poposu uyuşuklar nasıl bir yetenekse yavaşlatılmış modda hareket ederler. Mesela dışarı mı çıkacaklar. Önce atkıyı portmantodan yavaşça alır, ağır hareketlerle boynuna sarar, ayna karşısına geçer, düzeltir, emin olur. Sonra paltosuna uzanır ama hangi paltoyu giyeceğinden emin olmak için kıyafetini kontrol eder, sonra şanslı günümüzdeysek paltosunu seçer, giyer, atkıyı tekrar düzeltir. Benzer hareketler bu sefer ayakkabıda olur. Çizme mi, bot mu, hangi renk kısmını geçip bu sefer ayakkabının boyasız olması gözüne çarpar, bir de onu boyamakla vakit geçirir.

Siz o sırada işte aşağıda arabada yamuk yumuk beklediğiniz yerde ,sokağa başka araba gelmesin yoksa nereye kaçarım, acaba bir tur atsam o sırada iner mi diye ecel terleri dökmekle meşgulsünüzdür.

Ha derseniz ki dışarı çıkmaya hazırlanan tutuşuk modeli nasıl oluyor ?

Şöyle:

Elini atar eline gelen ilk atkıyı boynuna dolar, elini atar eline gelen ilk paltonun tek kolunu giyereken ayakkabılarını da ayagina geçerir, dışarı çıkar, asansör beklerken ayakkabilarinin bagciklarini bağlar, eğer asansörsüz bir bina ise basamakları ikişer üçer iner ve kendisini almaya gelmiş kişinin arabasına bindiği anda ayakkabılarını bağlar ve hızlıca kendine çeki düzen verir.

Hayat böyledir biz tutuşuklar için.

Dolayısıyla uyuşuklara karşı tolerans sıfırdır.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Neden yazıyormuşum..

Komşum Aslı , beni gafil Mim`ledi ve günlerdir kafama takılan soruyla beni başbaşa bıraktı. Internetin nimetlerinden bu blog alışkanlığına tutulmuş birine sorulabilecek en basit soru aslında " Neden yazıyorsun ? " sorusu. Ama cidden beni zorladı bu soru.

Düşündüm falan ama aslında aklıma ilk gelen yanıt bir bakıma en geçerlisi.

Yazıyorum, çünkü yazmak yerine arkadaşlarıma ya da aileme anlatsam bana kesin anlamsız anlamsız bakacaklardır. Aklıma takılan tüm arızaları buraya yansıttığımda daha kolay kurtuluş oluyor. Diğer türlü gerçek hayatta bu kadar söylenen ve saydıran biri olmak kendimi uzaylı gibi hissettirecektir..

Hem çok konuşanlara biraz sus deme hakkı var.

Ama çok yazanlara kimsenin dur demeye gücü yetmiyor..

Adettendir, mimi başka komşulara bulaştırmak gerek. Top benden çıktı, aynı soruyu artık Attila , Baykuş ve Bir Kadın yanıtlasın..

Oh be :)

10 Kasım 2009 Salı

Mustafa hakkında herşey

Bundan bir yıl önceki gündemimiz Can Dündar'ın Mustafa belgeseliydi. Sinemalarda gösterildiği ve başrolde Atatürk olduğu için halk olarak yeni bir kahramanlık filmi görmeye koşan Amerikalılar gibi hevesle gittik izledik bu yapımı. Haliyle de beğenmedik ve başladık söylenmeye.

Heroes denen dizinin ilk sezonunu güç bela izleyip daha fazlasına dayanamayacağıma karar verip bıraktığımda millet bu dizide ne buluyor diye gerçekten kafa yormuştum. Yanıt aslında çok basitti, Amerikalılar kahramanlara bayılıyorlar. Bir dizinin içinde isterseniz 50 tane olsun isterseniz sadece Superman, Örümcek Adam, Batman olsun, filmler boyu izleyip ciddi bir tatmin yaşıyorlar.

Sanıyorum daha çocuk yaşlardan itibaren Atatürk hakkında bize empoze edilen de böyle birşey. Halk kahramanı tanımlamasını insan üstü bir yere taşıdık gibime geliyor.
Can Dündar'ın Mustafa belgeseli de bizim kafamızdaki Atatürk imgesiyle ters düştüğü için genel bir beğenmezliğe sebep oldu. Zaten adından da belli, Mustafa.

Oysa o hep Atatürk'tü ya da Mustafa Kemal Atatürk idi, hiçbirimiz için Mustafa olamadı.


Öyle olamadığı için de hayatını, ülkesinin bağımsızlığına adamış bir adamın kendini yalnız hissedebileceği ve hatta depresyona girebileceği bizim için kabul edilebilir bir gerçek dahi olamadı.


Siroz'dan öldü diye bildik, oysa neden yıllarca kendini içki sofralarında heba ettiğini merak etmedik. Yıllarca verdiği mücadele sonunda belki de kendi iç hesaplaşmaları yüzünden dostlarına bile sırt çevirmiş olabileceğini yakıştıramadık ona.

Hep asker ve politik duruşuna hayran kaldık.
Tıpkı Superman'in Clark Kent halini sıkıcı bulmamız gibi Atatürk'ün de Mustafa halini yok saydık. Kısaca, sevgili önderimizin de aslında bir insan olduğunu unuttuk..

Oysa büyük lider olmasını aslında büyük bir insan olması sağlamamış mıydı ?

6 Kasım 2009 Cuma

Tespitler

Kendi işinde gücünde olmayanlar gerçek dedikodu meraklısı oluyorlar. Bunların insanlığa zarar vermemesi için ne yazık ki ciddi bir sıkıntı ve sorunla başbaşa kalmaları lazım ki kendileriyle yüzleşip başkalarının mevzularını kendilerine konu edinmemeyi öğrensinler..

Gerçekten sıkıntısı olanlar suskun, gündelik koşturmayı kendine dert edinenlerinse çenesi düşük oluyor. Yani bir insan sürekli söyleniyor, şikayet ediyorsa anlayın ki hayat henüz ona gerçek tokadı basmamış. Basmamış ki daha silkinip acının ne olduğunu anlamamış.

Yaşamı yüzeysel algılayanlar gerçekler karşısında dehşete düşüyorlar. Görüntüye aldanıp bakmanın, anlamaktan ibaret olduğunu sanan yanılgılar yaşıyorlar. Ummadık taş baş yarar atasözünden habersiz hayatın değişkenlerinden ise tamamen uzak bir sanallıkta günlerini geçiriyorlar.

Kararsızlar günün sonunda gene kendi bildiklerini okuyorlar. İstedikleri kadar fikir sorsunlar, birilerine danışsınlar, asla kimseyi dinlemiyor bunlar aslında. Sadece kararsızlıklarını dile getirme tatminiyle oyalanıyorlar. Onlarca kişiden yorum alıyormuş gibi görünseler de alınan kararda kimsenin payı olmuyor aslında, o gene kendi kararını uyguluyor.

Hayatı fazla ciddiye alanlar kendilerini gülünç duruma düşürüyor. Tam bir çelişkiler yumağı aslında. Tepki ve yaklaşımlarında ciddiyetin dozunu kaçırdıkları için çoğu zaman büyük resmi göremiyorlar. Dolayısıyla insanların onlarla hafiften dalga geçtiğini anlamadan ısrarla aynı tonda devam ediyorlar.

Kötü gün dostları iyi gün dostlarından daha sabırlı oluyor. Çünkü onlar siz düşene kadar asla bir varlık göstermiyor ve saklandıkları kuytu köşede bekliyorlar. Siz bir yerlerde kahkahalarla gülerken, kolunuzda sevgiliniz gezip tozarken ya da çok sevdiğiniz motorunuzla hafta sonları keşiflere çıkarken hiç yakınlarınızda olmuyorlar. Ta ki bir gün bir acıyla yüzleşinceye, kendinizi çok yalnız hissedinceye kadar..

29 Ekim 2009 Perşembe

İstanbul`un Asya`lısı

İstanbul`da yaşamak savaş alanında ön saflarda çarpışmak gibi. Evet, parası olanlar belki daha gerilerde kendilerini güvenceye almıştır ama inanın bana en zengini bile bu kent sayesinde askeri becerilerle donatılıyor.

Ama benim gözümde karda olsun, çölde olsun; isterse en de acımasız düşman tarafından etrafı sarılmış, hiç farketmez, her türlü mücadelenin altından kalkabilecek esas kahraman yürekli askerler İstanbul`un Anadolu Yakası insanlarıdır.

Konum olarak her türlü imkan Avrupa yakasına sıkıştırıldığı için doğru dürüst mahallesinden çıkmayan bir Asya yakalı bile bir yilda diğer yakalıdan daha çok karşıya geçiyordur. Oysa bir Avrupa`lı bir arkadaşında akşam yemeği planı, Beykoz"da pazar kahvaltısı ya da Bağdat Caddesi`nde dolanma gibi bir zorunluluğa düşmediyse o tarafa geçmeyi aklından bile geçirmez.

Bir de her gün iş ya da okul için kıtalar katedenleri düşünün. Avrupa`dakiler daha sıcacık yataklarında çalar saatlerinin onları ayağa dikmesine en az yarım saat varken Asyalı çoktan bir araca binmiş ya köprü geçiyordur ya Boğaz`ın azgın sularını.

Hafta içi yoğun saatlerde Avrupa yakasına geçen milyonlarca Asyalı askerin günde en az 2 saatinin yollarda geçtiğini ve bunu da en az 3 araç değiştirerek gerçekleştirdiklerini hepimiz biliyoruz zaten.

Arabayla gidip gelenler de var tabi. Eğer Boğaziçi Köprüsü`nü kullanıyorlarsa sabahları binbeş yüz dur kalk yüzünden küresel ısınmaya katkıları yetmezmiş gibi günde iki saat bu en sinir saatlerde direksyon sallamanın o ruh yıpratıcılığından bir güzel nasiplenmekteler.

Fatih Sultan Mehmet`in müdavimleri ise benim gözümde gerçek komandodur. Bunlar sabahları tüm duyularınızı şaşırtabilecek oyunlar oynayan bir trafikte savaş vererek güne başlarlar.

Önce trafik güzel akıyordur; sonra bir anda duruverir; yavaşlamaz bile; sonra bir bakarsınız yine saatte yüzyirmiyle basmış gidiyorsunuz; sonra gene bir anda ani bir fren. Bu bir nevi refleksleri güçlendirme antrenmanıdır bu yolculuk.

Akşam ise iş veya okul çıkışı yorgunluğunuzu umursamadan tüm askerlerin aynı anda şeritlere saldırdığı bir düzenek vardır. Üstelik bu sefer kocaman kamyonlar ve devasa tırlar da oyunun içindedir. Ve siz binbeşyüz şeritten beş şeride geçen yolda, yandaki önünüze geçmesin arkadaki fazla yaklaşmasın derken bir bakarsınız daralan şeritler yüzünden ya bir otobüs ya da kamyon size yandan bindirmiştir.
Ee savaş alanı da doğa gibidir işte güçlüler zayıfları hep ezerler..

Hangi köprüyü kullandıkları farketmez her Asya`lı yılda en az bir hasarlı araç kazası yaşar. Kadıköy-Kartal güzergahındaki minibüslerle zorunlu slalom deneyimleri bile bazen bu kazalardan kaçabilmeyi engellemez malesef.
İstanbul`un Asyalısı sadece ileri seviye zorlu koşullar şöförü değildir. Onlar güne gün doğmadan başlayıp gün sonunda eve en son dönenlerdir bir de. Bu yüzden de hafta içi iş çıkışı arkadaşlarla bir iki kadeh içelim, yok okul çıkışı sinemaya gidelim gibi basit sosyal aktivitelerden bile mahrumlardır.
Yollarda verilen mücadele yoğun psikolojik baskı ve üstüne kısıtlanmış sosyal haklar. İşte size mükemmel bir askeri eğitimden çıkmış savaşçının açılımı. Kadın, erkek, çocuk, yaşlı fark etmez; her türlü koşulda ayakta kalmaya önceden sınanmış ideal komadonun tarifi yani İstanbul`lunun Asyalı`sıdır onlar.
Diğer yakadakilerle aynı kenti paylaşıyor gözükseler de İstanbul"un zorlu koşullarında savaşan ve hür gün evlerine zaferle dönen askerlerdir.

27 Ekim 2009 Salı

Konser sözü


HSBC Genel Müdürlüğü ile İngiltere Konsolosluğu patlatıldığı sırada her ikisine de uzak olsam da ofisteki camdan bakıp gökyüzüne yükselen koca sarı dumanları gördüğümde gerçekten korkmuştum. Patlamalarla bizim olduğumuz bina bile sarsılmıştı ve o anda panik havası yayılmıştı.

O patlamalar çok can aldı, hem ülke hem de dünya gündemine oturdu ve gerçekten çok moral yıkıcı haftalar yaşadık.

Olayların küllenmeye başladığı bir süre sonra iki yabancı grubun İTürkiye konseri gerçekleşecekti. Ikisi de çok sevdiğim ve bilet fiyatlarını umursamadan gideceğim sahne performanslarıydı benim için.

Ne var ki gruplardan Blondie olanı bu yaşananları bahane ederek konserini iptal etti. Diğeri ise bizi yüz üstü bırakmadan hem Ankara hem de İstanbul konserleri için geldiler ve gerçekten de çok iyi konserler verdiler.


Televizyondaki röportajlarında İngiliz grubun solistine diğer grubun konserini iptal ettiğini ama kendilerinin gene de geldiğini hatırlattılar. Hayatımda hiçbir videosunu izlemediğim ama o tok ve yoğun ses tonunu duyduğum anda parçanın melodisi ne olursa olsun etkisine girdiğim grubun solisti aynen şunu söyledi. " Yaşananlar trajik ve üzücü, ancak biz bundan vazgeçsek ve buraya gelmesek bu işi yapanların amacını gerçekleştirmiş olacağız. O yüzden umursamamalı ve devam etmeliyiz."

Hani milliyetçilikten falan değil ama o sarı dumanları, o sarsıntıyı, gazetelere çıkan ölü ve yaralıları bizzat görmüş ve bu ülkenin bir insanı olarak içimden bu gruba ve soliste olan sempatimin tavan yapmasına engel dahi olmadım. Zaten muhteşem bir konser vermişlerdi, o röportaj sonrası gözümde kahraman mertebesine kadar yükselmiş de oldular.

O yüzden bugün ne zaman Tindersticks dinlesem hala ve hala tüylerim diken diken olur ve saplantılı bir hayran güdüsüyle sempati beslerim bu adamlara.

Ve aynı şekilde kıl olurum korkak Blondie'ye.

Şimdi daha gelme ihtimali yokken bile hakkında efsaneler üretilmiş bir başka grubun konseri gündemde. İnsan hakları protestosu masallarıyla U2'nun hiç gerçekleşmemiş Türkiye konserine bahaneler üretildi yıllar boyu. 2001 yılında bir grup uyanık madem U2 Türkiye'de insan hakları olmadığına inanıyor o zaman gelsinler Diyarbakır'da konser versinler, hem de tam yerinde görürler insanı da hakkı da diyerek kampanya başlatmıştı.

Şimdi ya ülkedeki koşullar biz farketmeden değişti ya da grup artık bizi affetti bilmiyorum 2010 Eylül'de gelmeye karar verdiler. Eminim de gelmiş geçmiş en iyi konseri yaşatacaklar bize.

Yalnız insan hakları şovalyeliğinde bu kadar önde koşan grup nasıl oluyor da konser biletlerini konsere 10 ay kala hem de yüksek fiyatlardan satılmasına göz yumuyor orası benim için soru işareti. Madem insanlara ve haklarına değer veriyor bu U2 neden bir sene önce o kadar parayı gözden çıkarmamıza göz yumuyor ?

2010 Eylül'ünde bugün o bileti alan kaçımızın bir yakını belki evlendiği için muhtemelen konsere gidemeyecek. Belki bazılarımızın acil bir durum yüzünden şehir dışında olması gerekecek. Daha da trajiği belki hayatta bile olmayanlarımız olacak o tarihte. Ama Bono ve saz arkadaşları gene de " geliyoruz" dedikleri için bile önden paralarımızı almaya hak kazanmış gözüküyorlar.

Ya da satışa göre mi karar verecekler gelip gelmemeyi ? Sebep ne olursa olsun zaten şovenistlikten başka bir amaca hizmet etmeyen bu yüksek insani duyguların materyalizmden başka birşeyle beslenmediğini ortaya koyuyor ortadaki manzara.

Dedim ya Blondie gözümde ufalandı artık, Anadolu turnesine çıksalar bile kurtarmazlar. U2 da hemen onun arkasındaki yerini aldı artık.

16 Ekim 2009 Cuma

30 yaş sonrası itirafları

Çocukluğumdan itibaren hep yanlış adamlara aşık oldum..

Sanırım en eskisi adını bile doğru dürüst telaffuz edemediğim ülkesi bilinmez bir şarkıcı olan Limahl idi. Kıyıdan köşeden bulduğumuz Bravo dergilerinden başka hiçbir kaynak yoktu bu tipe ilgi göstermek için ama olmuştu bir kere. O zamanlar MTVnin Alman versyonu Music Box denen kanalda Haş Haş diye anladığımız şarkısını duyduğumuzda bu herife olan platonik tutkumu bilen arkadaşlarım benimle dalga bile geçmişti.

Ama şimdi düşünüyorum da aslında George Michael ya da A-hanın solisti Morten Harket`ın paylaşılamadığı o yıllarda Limahl biraz gizli kalmış bir hazineydi. Ancak eşşek kadar olduktan sonra kitabını okuyacağım Never Ending Story romanının aynı adlı filmine yine aynı isimle muhteşem bir parça yapmıştı bu şahsiyet. Ağbimin bir arkadaşı benim Limahl"e olan ilgimi fark ettiği anda evindeki dev posteri getirip bana hediye etmişti. O zamanlar 9 yaşındaydım ve ileride bir sürü odam ve o odaları süsleyen türlü posterlerim olsa da onunki kadar büyük ve değerlisi geçmedi hiç o duvarlardan.

Ergenliğe girmeye yakın film oyuncuları artık ilgimi çeker oldu. Bu sefer de filmlerini hiç izleyemediğim ama Blue Jean dergisinin gazıyla fena halde kafayı taktığım Corey Haim geldi. Amerika ve Avrupa Lost Boys diye delirirken benim o filmi izlemem 5 yıl gecikmeli gerçekleşti. Ve izlediğimde Corey Haim`in o filmdeki yaşından biraz daha büyük olduğum için bu aşk da zamana yenilmiş oldu.

Ortaokul yıllarında Jodie Foster"ın Accused filmiyle en iyi kadın oyuncu Oscar`ı aldığı sene herkes bu kadını konuşurken ben aynı ödül törenindeki yardımcı erkek oyuncu adaylardan birine kapılmıştım bile. Oyuncunun aday gösterildiği filmi izlemek bu sefer çok daha uzun yıllar sonrasına denk gelse de tıpkı bir Rönesans heykeli gibi kusursuz yüze sahip River Phoenix takıntısı kolay kolay geçmedi. Ancak bu sefer aşkı öldüren ben değil kendisi oldu. Sonradan o sıralar erkek arkadaşı olduğunu öğrendiğim Keauni Reeves ile gittiği bir barda muhtemelen ilaç kullanımına bağlı bir krizle ölüvermişti. Çok gençti ve hala çok yakışıklıydı. İşin acı yanı sonrasında onun yarısı kadar bile etmeyen erkek kardeşi Jouaquin ne yazık ki ondan çok daha tanındı ve ünlü oldu.

Eşşek kadar olduğum yıllara geldiğimizde bu sefer arada sırada izlediğim ve her defasında da süper sıkıldığım Buffy The Vampire Slayer dizisine kurban gittim. Dizinin dördüncü sezonunda vampir Spike karakteri hem kötü hem de aciz haliyle dikkatimi çekmişti. Birkaç bölüm daha seyrettikten sonra bu Spike neden Buffy"e kadar takık yoksa sonunda aşık mı olacak diye Internetten araştırdım. Merak etmez olaydım. Üç günlük 19 mayıs tatilini bilgisayar başında Spike videoları ve resimleri ile harcayıp tüketiverdim. Aptal dizinin 5. ve 6. sezonlarını Amazon"dan sipariş verdim yetmedi belki arada Spike gözükür diye Angel"ı bile izledim. Bu seferki bir şarkıcı ya da aktör bile değil uydurma bir karakterdi ama gene de güzel bir duyguydu; tabi o zaman için.

Her biri farklı zamanlara yayılmış bu birbirinden alakasız adamlar elbette gurur duyduğum aşklar değildi. Çoğu zaman sebep bile yoktu bu saplantım için. Ama sonunda ne onlar incindi ne de ben. Her aşkın sonunda kolay sahip olunamayacak tek başarı da buydu galiba, kim bilir..

14 Ekim 2009 Çarşamba

Rock serttir mi demiştiniz ?

Metallica, adı üstüne, Heavy Metal türünün simgeleşmiş gruplarından biri. 90'lı yıllarla birlikte biraz daha sakinleşmeye, birçok hayranının ağzından düşmeyen deyimle "yumuşamaya" başlamış olsalar da grup siyah kıyafetleri, uzun saçları ve sert mizaçlarıyla Rock müziğin bu en " kulak acıtıcı " türün öncü grubu olmuştur.

Bana göreyse Metallica'yı sert kılan tek birşey vardır:
One.

İnsanlığın en büyük suçu savaşın bir kişi üzerindeki toplu kıyımını anlattığı bu parça gerek videosu gerekse sözleriyle gerçekten can sıkıcıdır. Kollarını, bacaklarını, duyma ve konuşma yeteneğini kaybetmiş, artık bir yüzü bile olmayan bir askerin aslında onu esas ayakta tutabilecek ruhunu savaşa kurban vermiş haliyle hastanedeki yakarışları sinirinizi bozar. Karanlıkta kıstırılmış, etrafını saran derin sessizliğe rağmen çığlık bile atamamanın acizliğiyle tanrısına yalvarır, öldür beni, lütfen öldür beni diye.

Ne yazık ki siz de ona katılmadan edemezsiniz, bu askerin tek uyanışının artık sadece ölüm olduğu aşikardır.


80'li yıllar boyunca hiçbir parçasına video yapmamış Metallica'nın One için yaptığı bu istisnanın altında kötü bir niyet olduğu da oldukça belli. Bırakın Rock müziği, müzik tarihinde bundan daha gerçekçi bu yüzden de moral bozucu bir başka video olduğundan ben açıkçası şüpheliyim.


Poison, aynı yıllarda, ki kendileri sarı uzun saçları ve şopar kıyafetleriyle Heavy Metal'in en renkli isimlerindendir, savaşa dair en iyi kandırma hikayesini anlattığı Something To Believe In'le bir diğer sert tokadı yapıştırmıştır.

Tanrıya ve ülkesine olan sadakatinden faydalanan politikacıların gazıyla kendini Vietnam'da bulan genç bir Amerikalı'nın, en yakın arkadaşını gözünün önünde kaybetmesini ve sonuçta kazandığı tek madalyanın artık onunla işi kalmadığı için kendisini istemeyen ülkesiyle yüzleşmesini dinleriz.
Vietnam gazilerinin eve dönüş denen süreçle aslında eski benliklerini yitirmiş yeni ve asla alışamadıkları hayatlarını açıkça gösterir bu parça. Bir kısmı eşleri ve çocuklarından kopmuş bir kısmı akıl hastanelerinde kendilerini öldürecekleri günü bekliyordur. Parçadaki gazi yeni ve farklı gözle görmeye başladığı ülkesinde sokaklarda açık bir mezarda yatar gibi sürünen evsizleri, bir kaç kilometre ötede altın kupalardan içkilerini içen zenginleri sorgular. Neden çoğu kaybederken çok az kazanandır hayatta ?
Noelini kutlamak için aradığı yakın bir arkadaşının bir otel odasında yapayalnız bir adam olarak çoktan öldüğü haberini almıştır. Üzüntüden kendini kaybetmemek için tüm gece çabalayıp bir kaç gözyaşı ile yetinmesine rağmen kendisini bomboş hissetmektedir.
Aynadaki silüetine bakar ve artık inanacak hiçbir değer kalmadığı için kendisinin de gittikçe solduğunu farkederek yine her asker gibi tanrısına yakarır, bana inanacak birşey ver.

Ne Metallica kadar karanlık ne de Poison kadar sevimli olsa da
Guns N' Roses da türüne ihanet etmemiş ve vaat edilen topraklar kandırmacası üzerine yazdığı savaş eleştirisi Civil War'da en uzun melodilerinden birini ortaya koymuştur.

Bu sefer yüzleşmenin hedefi açıkça bizizdir. Savaşan adamlara, ağlayan kadınlara ve ölen genç erkeklere bakın der, her zaman hep aynı şeydir bu olan. Tıpkı içimizde büyüyen nefret, kaçındığımız korkular ve yönettiğimiz yaşamlar gibi hep aynıdır aslında oynanan oyun. İçlerinde Kennedy'nin de olduğu barışa inananların öldürüldüğünü gördükçe hissizleşir ve daha net görmeyi öğrenir. Bu yüzden asla Vietnam tuzağına düşmez. Çünkü aslında tüm savaşlar bir nevi iç savaştır. Zengini besler, fakiri gömer. Tıpkı askerlerin insan manavlarındaki satıcıları oynadığı bir oyundur bu gösteri, üstelik hiçbiri de taze değildir !
Ve tekrar yüzleştirme başlar, bu sefer daha sertçe, döktüğünüz kanlara, öldürdüğünüz dünyaya, takip ettiğiniz liderlere ve yuttuğunuz yalanlara bakın der. İşte bu yüzden bu iç savaşa hiç ihtiyacı yoktur bu savaşmayan askerin.


Haklısınız, Rock müzik her zaman sert bir müzik olmuştur. Çünkü insanı insana kırdıran ama hiçbir zaman suç sayılmayan savaşların karşısında duran tek türdür. Ve bunu da işte böyle sertçe ortaya koyar.

8 Ekim 2009 Perşembe

Bizim sitenin halleri devam ederken

Blog sayfama ilk koyduğum yazı yaşadığım site ile ilgiliydi. Sonra da sitede gözüme takılanlar devam ettikçe yazmayı sürdürdüm. İşte gene kafama takılan ve yerden yere vurmadan edemeyeceğim hareketlenmeler söz konusu benim anlam veremediğim canım sitemde.
E-posta yazışmalarında hararetlenen konumuz bu sefer bahçe katlarının üstlerindeki brandaları kaldırıp kış bahçesi gibi camla kapatma istekleri. Aslında yazışmaların çoğunda böyle bir istekten bahsedilmiyor. Daha çok böyle bir gündem var deniyor ve alt kattan çok üst kat olan sitede her kafadan ses çıkıyor.

Bahçe katlarında oturanlara üst kattakilerin garezi mi var bilmiyorum ama alttakilerin kafaya sürekli sigara izmariti ve çer çöp yağdığını görüyorum. Brandalar delik deşik zira. Öte yandan bıçak dahil her türlü garip nesnenin bahçe katlarına düştüğü oluyor. Bir nevi bahçe katında oturmak macera ve risk gerektiren bir olgu bizim sitede yani.

Haliyle insanlar hayati güvence adına brandadan daha sağlam olan camekanı düşünmüş olabilir. Ama görsel zevkleri üstün olan üst komşular buna kesinilkle karşı. Camekanlar çirkin görüntü verirmiş.

Ben de buradan hepsine birden kırmızı kart gösteriyorum. Bir ara sokak kedilerine takan sitenin insanlık dışı varlıkları artık resmen kurbağa katili oldular. Sitenin göbeğinde suni gölette nisan ayından itibaren ötmeye başlayan kurbağalar ağustos ayıyla birlikte topluca suskunluğa gömüldüler.
Belli ki görsel zevkleri üstün site halkının duyma organları da hassas ki ekolojik düzeni bile yok sayarak kimbilir kaç kurbağa ve canlının hayatına son vererek o göleti ilaçlattırdılar.
Camekanlar sokak kedisine, brandalar kurbağaya dönüşür ve hepsinin kabusu olur umarım..

Sizin hayatınızın yöneteni kim ?

Ortalama bir oyuncusunuz ama geniş bir çevreniz var. Hoş bir hatunsunuz da. O yüzden etrafınızdaki ilgiye alışıksınız. Ancak günün birinde her gün yolunuzun kesiştiği genç bir adam sizi evinizde alıkoyarak zorla hapsetmeye kalktığında tepki gösterebilirsiniz tabi.

Hele ki bu genç adam size aşık olduğu için böylesine tuhaf bir yöntemle sizi de kendisine aşık etmeye kalktığını öğrendiğinizde hayatınız allak bullak olacaktır.
Özellikle iddia ettiği gibi bir gün gerçekten ona aşık olduğununuzu fark ettiğinizde.

Ya da bir delikanlısınız, annenizi kaybetmişsiniz ve hiç tanımadığınız babanızı arıyorsunuz. Genç bir rahibe ile tanışıyorsunuz, kızcağız babanızın çocuğuna hamile. Bu arada babanızın ise bir transseksüel olduğunu öğreniyorsunuz. Bu da hayatınızın önemli bir değişim noktası olurdu herhalde.
Hayat Almadovar'ın bu yaklaşımındaki kadar çeşitlemeli değil diye karşı çıkabilirsiniz. Ama üçüncü sayfa haberlerine karşı bağışıklık kazanmış bünyelerin İspanyol yönetmenin önümüze serdiği tuhaf hayat çeşitlemelerinden de nasibini almışlarımız vardır mutlaka.

Bir gün hayata hisleri, sinirleri, ve yaşam faliyetleri bile olmayan bir bilgisayar gibi bakmaya başlayabilirsiniz. Günlük koşturmanızın tıpkı bir banka reklamındaki gibi ev ve iş arasındaki gibi gel-gitlerin ötesine geçmediği o tempoda kaybolmuş olabilirsiniz. Sonra başınızı kaldırdığınızda bir bakarsınız ki en yakın ve dost sandığınız insanlar sizi gözden çıkarmış ve hatta arkanızdan kuyunuzu kazmak üzereler.
Uzun zamandır insan gibi hissetmeyi unuttuğunuz için aklınıza gelen ilk şey onlar davranmadan sizin onlara karşı atakta bulunmanızdır. Bu empatiyle yaklaştığınızda bir uzay gemisindeki bilgisayar olan HAL'e yakınlık duymanız kaçınılmazdır.
Bir dağ otelinde sezon dışı bekçilik yapmanın içinizde kıstırılmış canavarı uyandırması gibi cinnete sarmanıza da gerek yok. Tıpkı
Kubrick filmlerinin hepsinde olduğu gibi dışarıda ne tür delilikler olursa olsun hayat sizin için o ağır ve uzun bakışların temposunda, çoğu zaman derin sessizliklerle de anlam kazanıyor olabilir.
Bir tek bakış ve uzun bir sessizlik özetiyle süren bir gidiştir belki de sizin hayatınız.
Ya da belki de herşey çok fazla mantıklıdır ve kabul edilmiştir ki siz artık bu düzeni farklı bir bakış açısıyla görmeye başlamışsınızdır. Bir gün sahip olduğu herşeyden ve herkesten vazgeçip kendini uzaklara kaçıran bir insana dönüşmek en çok arzu ettiğiniz çabadır. Sizden başka herkesin yadırgayacağı ama yılmayacağınız ciddi değişimi kovalıyorsunuzdur. Bir sabah kalktığınızda hayat eski kurulu düzeninizden bambaşka bir boyuttadır. İşte o zaman
David Lynch size hayatınızın en anlamlı film karelerini sunuyor demektir.
Tüm bu belkilerin üzerine gelecek asıl soru da yazının başlığında aslında. Yaşlar ilerler, mekanlar ve insanlar değişirken kontrolün hala kendinizde olduğuna emin misiniz ? Aldığınız kararlar, yaptığınız seçimler gerçekten size mi ait ? Sizi siz olarak nitelendiren özelliklerin gerçekte kaçı içinizden gelen doğal tepkiler kaçı da dışarıdan gelen etkilerle şekillenmiştir ?

Hangi yönetmenin ekolüne kapılıp gidiyor olabiliriz ki hayat dediğimiz bu şeyin içinde konumumuz şu anki haliyle belirlenmiştir ?

30 Eylül 2009 Çarşamba

BM

New York'a ilk defa gidecekler için verilen binbir tavsiye içinde kolay kolay bahsi geçmeyen bir yer vardır: Birleşmiş Milletler Genel Merkezi. Tabi New York diye andığımız Manhattan adası o kadar çok mekan, ıvır zıvır barındırıyor ki böylesine sıkıcı bir yeri oranın yerlisi bile görmezden geliyor.

Oysa hafta içi özel turlarla gezdirilen bu merkezin bence en cazip yanı içeri adımınızı atmanızla New York hatta ABD sınırlarından çıkıyor olmanız. Yani Birleşmiş Milletler'e gidip de birini öldürür ya da başka türlü bir suç işlerseniz sizi ABD yargılamıyor, bu iyi bir ipucu bence.

Bir de dünyanın farklı köşelerinden, çok değişik ülkelerden biraraya gelmiş bu kadar insanı görebileceğiniz bir başka yer yoktur herhalde. 23 Nisan çocuk şenlikleri bile daha sönük kalır buradaki personel yanında..

Öte yandan yıllardır televizyonlarda gördüğümüz ve türlü türlü politikacıların mutlaka genel kurulda konuşma yaptığı salonları görmek, temsilcilerin oturduğu sıralarda oturmak da farklı bir duygu.

Farklı çünkü, Birleşmiş Milletler resmen dökülüyor ! Fuaye alanları neyse de o güvenlik konseyi, genel kurul, ekonomik forum hepsi neyse işte acınacak haldeler. Ahşap sıralarına oturduğunuz anda sıra içeri göçüyor. Biraz zorlasınız elinizde bile kalır hatıra olarak. Halılar eskimiş, içerisi neredeyse küf kokuyor.

New York'ta okyanus kıyısında dev bir bina olarak yükselen merkez aslında zamanında balıkçı barınaklarına aitmiş. Bilen bilir, Manhattan öyle bir adadır ki bizim anlayışımızın tersine deniz kenarı yerler daha değersizdir. BM'in de buraya ucuzdan kurulmuş olması zaten bu yüzden.

Eskimiş kurul salonları da zamanında İsveç, Danimarka ve Norveç tarafından bağışlanan paralarla yapılmış yerler. Hatta öyle ki rehberimiz bizi bir salona getirdiğinde gruptaki Amerikalılardan biri şaşırtıcı bir çıkışla " Burasını da Finlandiya mı yapmış ?" diye espri yaptığında adama hak vermeden edememiştim. Zira İskandinavlar dışında kimse el atmamış buraya. 1950lerde yapmışlar ve aynen öyle kalmış.

Tabi bu şaşırtıcı olmayan bir durumun sonucu. Bugün ABD dahil ekonomik olarak gelişmiş bir çok ülke BM'e yıllık üyelik parasını ödemiyor. Sadece ABD'nin borçlu olduğu miktar şöyle söyleyeyim, Mcdonalds'ın yıllık cirosundan daha az.

Bugün dünyanın hemen her yerinde barış gücü askerleri ve desteği olan BM'in küresel sorunlara çare değil ancak yara bandı ile sınırlandırılması da bu parasızlıktan kaynaklanıyor.

Adı üstünde Birleşmiş Milletler, herkesin eşit haklara sahip olması gerektiğini öne süren bir oluşum, aslında ABD ve diğer bir çok ülkenin neredeyse kontrolü altında.

O yüzden de zamanında ne İran-Irak savaşı'nda ne Bosna'da bugünse Darfur'da adını bile duyamıyor olmamız çok normal.

Ama siz gene de olur da NY'ye giderseniz mutlaka gidin görün burayı. Dünya vatandaşı olan herkesin payı olan bu merkezi ziyaret etmek, oluşumun parçası olmak gibi hissettirecek size.

Ve Birleşmiş Milletler hakkındaki tüm fikirlerinizin yeniden şekillendiğini göreceksiniz...

20 Eylül 2009 Pazar

28 günde insanlığın çöküşü


2000li yılların kanımca en iyi korku-gerilim filmlerinden biri olan 28 Gün Sonra filmini izlemiş izlememiş herkes için yazıyorum..

İngilizlerin acımasız eleştiri uzmanı yönetmen Danny Boyle'dan ciddi bir insanlık sorgulaması bu film.

Bir kaç eylemcinin bilimsel araştırmalarda denek olarak kullanılan hayvanları serbest bırakma girişimleriyle başlayan bir trajediyi izliyoruz önce. Hayvanların kuduz mikrobu taşıdığını bas bas bağıran görevliye aldırmaksızın kafeslerinde çığlık atan maymunları özgürlüğe kavuşturma çabası daha baştan ilk kurbanların kendileri olmasına sebep oluyor.

ilk maymunun saldırmasıyla eylemci kan kusuyor ve birkaç saniyede de tıpkı maymun gibi kontrolünü kaybetmiş bir kuduza dönüşüyor.

Ders 1
Hayvan hakları için yapılacak her türlü eylem henüz labratuvara girmemiş hayvanları kapsasın. Kafeslerdeki hayvanları özgürlüğe kavuşturmak sizin özgürlüğünüzün bittiği anın başlangıcı olabilir.

Birbirine giren labratuvar ortamından tam 28 gün sonrasında Resident Evil"in son sahnesinin yeniden canlanmasıyla devam ediyoruz.
Komadaki genç Jim bomboş Londra"da uyanıyor. Etrafa saçılmış gazetelerden salgın hastalık yüzünden halkın ülkeyi terkettiğini okuyor ve yine de sanki onmilyondan fazla insanın günün 24 saati hareketli tuttuğu Londra"nin bu boş halinden hiçbir mesaj almamışçasına şaşkın şaşkın dolanıyor.

Muhtemelen içgüdüsününü dinleyerek bir kilisiye gidiyor. Cemaatin topluca ölmüş halini görmesi yetmezmiş gibi insanlığından geriye sadece üstündeki kıyafetleri kalmış deli bir rahibin saldırısına uğruyor.

Ders 2
Virüs dil din ırk ayırmaz !

Diğer kuduruklar da hareketlenince boş caddelerde kovalamaca başlıyor. Salgından etkilenmiş bu insanların kendilerinden olmayana saldırması bize zombileri anımsatıyor. Tabi standart bir zombinin yirmi kat hızlı hareket eden hali demek daha uygun.

Jim'i kurtaran iki kişiden öğreniyoruz ki kan ve tükürükle bulaşan bu hastalık anında etkisini gösteriyor. Yani hastalandığınızda bir zombiden daha atak olmanızdan öte acaba ne zaman zombileşeceğim diye saatlerce bekleme stresi de ortadan kalkıyor. Bir de güneş ışığından rahatsız oldukları için sadece geceleri varlık gösteren kısmı özgür hızlandırılmış zombi versyonu bunlar.

Soru
Zombi mi yoksa kuduruk mu olmak isterdik ? Zombiler beyazımsı mor suratları ve uyurgezer mahmurluklarıyla karizmadan tamamen uzaklar. Tek başına bir zombinin bir insanı yakalama ve yaralama ihtimali neredeyse sıfır. Ama en azından gece gündüz demeden her yerde serbestçe gezebiliyorlar.
Öte yandan kuduruklar hiperaktifler. Duyuları son derece gelişmiş ve yorulmaksızın avlarının peşinden koşabiliyorlar. Zeka seviyeleri zombilerle hemen hemen aynı ama karanlığı delip gündüze karışamıyorlar. Bu halleri I Am Legend"teki Will Smith"in Manhattan çetesini anımsatıyor tabi zeka kısmı hariç.

Ve her korku filmindeki gibi gruptan biri çabucak eksiliyor. İlk sıcak karşılaşmada kolundan ısırılan kurtarıcılardan biri diğer kurtarıcı tarafından daha hastalık etkisini göstermeden pala ile paramparça ediliyor. Komşuları tarafından ısırılma tehlikesini atlatan şaşkın Jim bundan sonrasında bir çift olarak devam edecekleri Selena"ya soruyor, nerden anladın ona bulaştığını, hepimize kan sıçramıştı diye. Selena çok şey yaşamış olgun acımasızlığıyla gözlerinden diyor gözlerindeki korkudan anladım bulaştığını.

Ders 3
Ders 2`den ders almadıysanız ve hala hayattaysanız şunu anlayın artık: İster omuz omuza mücadele ettiğiniz dostunuz, isterse her sabah selamlaştığınız komşunuz olsun virüse bir kere bulaştıysa acımayın hemen oracıkta katledin.

Sonunda olan bitene kafası basan Jim anlıyor ki hayat komaya girmeden önceki hayat değil. Ne hükümet ne ordu kalmıştır artık. Hatta kendi anne ve babası bile bu gerçeğe kurban gitmek yerine kendilerini öldürmüşlerdir.

Jim ve Selena küçük apartman dairelerinden noel ışıklarıyla işaret yollayan bir baba kızla tanışırlar. Kocaman şehrin göbeğinde su ve elektrik gibi ihtiyaçlar olmaksızın yapamayacaklarını anlayarak uzaklaşmaya karar verirler. Radyodan sabit olarak yayınlanan orduya ait mesaj da kanlarına girer hemen. Kuzeyde saklanan ve tedaviyi bulduklarını iddia eden bir çağrının peşine düşerler.

Ama zor, gerçekten zor bir yolculuk olur bu. Sonunda Jim yanında Selena ve 12 yaşındaki Hannah ile kocaman bir malikaneyi kışlaya çevirmiş birliğe varır. Zira yolda küçük kızın babası da kaybedilenler arasına karışmıştır.

Filmde anlatılmak istenen insanlığın sonu hikayesi işte bu malikanede netlik kazanıyor. Etraflarını dışarıdakilere karşı en iyi önlemlerle kamufle etmiş ve içeride kendi dünyalarını kurmuş bu bir grup asker tıpkı yemek ve içmek gibi gerekli bir diğer ihtiyaçları için bu üçünü alıkoyuyorlar; çiftleşmek için.

Jim`i ortadan kaldırmak isterken Selena"nın oradakilerle yatmak istememesini ve hatta Hannah"nın daha çocuk olmasına aldırmıyorlar bile.

Jim ise daha bir gün önce az kalsın hastalıklı bir rahip tarafından ısırılmak üzereyken kendisini kurşuna dizecek askerlerden kurtulup kızları kurtarabilmek için tıpkı kudurukları gibi insanlıktan çıkan bir çabaya girişiyor.

Şiddetli yağmur ve karanlıkta her biri eğitimli askere bahçede köpek gibi besledikleri bir kuduruğu salıyor. Bir yandan kuduruk bir yandan kendisi askerleri tek tek yok ediyorlar. Bıçak kemiğe dayanınca canını kurtarmak için kanında virüs olmadan da insanın delirebileceğini gösteriyor Jim. Öyle ki onun bir askerin gözlerini parmaklarıyla oyarak öldürdüğünü gören Selena da Jim'in virüsü kaptığı için böyle çıldırmış gibi davrandığını sanıyor.

Böylesine insanı daraltan karanlık bir filmin sinemalara bağışlanan sonu biraz daha insani olmuş. Vaktini karanlık bir salonda onlarca insanla bu filme adaptasyon kurarak geçiren seyirciye kıyak yaparcasına üstlerinden uçan bir savaş uçağı sayesinde kurtuluyorlar. Tabi bir dağ evine yerleşip koca harflerle MERHABA yazmak için kumaşları kullandıktan sonra.

Tabi mantıklı geliyor insana, İngiltere sonuçta bir ada olduğu için virüs dışarı çıkamıyor. Var olan hastalıklı insanlar da açlıktan öldükleri için bizimkilerin kurtuluşları kolay oluyor.

Ama filmin DVD versyonunda üç farklı sonla evinde oturup izlemeyi seçen seyirciyi cezalandırıyor yapımcılar. Zamanında filmi izleyip benim kadar etkilenen Radyo Eksen sunucularından biri her sabah filmin soundtrack albümden parçalar çalması yetmezmiş gibi filmin diğer sonunun oldukça can sıkıcı olduğundan bahsetmişti. Ama üçüncü bir son olduğundan muhtemelen kendisinin bile haberi yoktu.

Uzun bir film boyunca insanlığın insanlığa kırdırıldığını izleyip bir de sonunda kendinizden nefret ettirecek bir sonla filmi bitirmek biraz haksızlık bence. Ancak tüm filmde anlatıldığı gibi insanlık için esas tehlikenin virüs değil zor koşullarda sizi arkanızdan vuracak sağlıklı insanlar olduğu gerçeğiyle yüzleşmek de inkar edemeyeceğim bir durum.

Filmi uzun uzun anlatmamın sebebi de biraz bu gerçekle filmi izlemiş, izlememiş herkesin yüzleşmesi. Bu tip filmlerden hoşlanmıyor olsanız da nasıl olsa uzun uzadıya anlattım, korkulacak bir yeri kalmadı, oturun izleyin. Filmi zaten izlemişler de eminim ikinci ya da üçüncü kereler için azıcık kıpırdanmışlardır, kesinlikle diyorum, daha fazla kereler bile izlenmeye değer bir film.

15 Eylül 2009 Salı

Deliler deliller

Bir öyküde delilik sorgulaması yapılırken deli olmanın karşıtlığının sorguladığını okumuştum. Yazar nedir diye soruyordu deli olmanın karşıtlığı ve bulduğu karşılık aptal olmaktı.

Sahi deli olmak nedir ki zıtlığı olsun diye düşündüm. Çünkü deli olmanın karşılığının normal olmak olmadığını gayet iyi biliyorum. Normal olmanın tanımını hala bulamamış olduğum için deliliğin zıttı boş kalıyordu.

Bir de ön sıfatı dahi tamamlayıcısı deli olan ünlülerle dolu sanat ve bilim tarihini düşününce çoğumuz deli olmayı aptal olmaya tercih ediyoruz sanırım.

İzlediğim bir dizide yıllar sonra bir okul arkadaşıyla karşı karşıya gelen dedektif kendisine deli teşhisi konduğunu itiraf ediyordu. Okul arkadaşı peki mutlu deli mi yoksa üzgün deli misin ? diye sorduğunda da kafam karıştı. Bir insan deli olduğunu kabul edene kadar mutlu mudur acaba ? Ve bir gün çevresindeki herkesten farklı olduğunu insanların bakışlarından anladığında deliliğini fark edip mutsuzlaşır mı ?

Yanıtı da delili de kendimizden başka herkese yansıttıklarımızda gizli galiba..