27 Mayıs 2010 Perşembe

Fıkra

Geçen yıl bu zamanlar, hafta içi bir akşam spor salonundayım. Çıkmak için koltuklara oturmuş eşimi bekliyorum.

Yan koltukta oturan bir genç adam, önümüzden gelen geçenlerle laflıyor. Bir süre sonra fark ediyorum ki muhabbetin konusu aslında aynı: Su Ada'da verilen bir parti.

" N'aber ağbi, akşamki White Party'e geliyor musun ?" diye soruyor. İnsanlar hayır diyor.

Beyaz giyinmişlere " Vayy White Party'e mi ?" diye atlıyor, yine hayır yanıtını alıyor.

Takılacak kimseyi bulamayınca cep telefonunu çıkarıp aramalara başlıyor.

İlk şahısla görüşme:

" N'aber ağbi, ne yapıyorsun ?.... Nee, evde misin ? Ne yapıyorsun ki ?..... Ya boşver gel hadi white party'e gidelim.... White Party ! white party ! Suada'da...Ya hadi bee, amma domestik adamsın....İyi aman be hadi bay bay !."

İkinci şahısla görüşme:

" N'aber nasılsın ? Ne yapıyorsun ? Benim ya tanımadın mı ?... Telefonunda kayıtlı değil miyim yani ???.."

Bu işin sonunda artık bana teklif etmeye kadar düşecek diye korkmaya başlıyorum. O sırada önümüzden geçen birine daha takılıyor.

Bizimki daha sormadan diğeri akşamki White Party'e gideceğini söylüyor.

Bunun üzerine yanımdaki adamdan çıkan laf:

" Ha öyle mi, belki ben de uğrarım daha karar veremedim."

Tabi artık benim gülme sıram geliyor.

İnsanın gözünün önünde bir fıkranın canlandırılması böyle bir deneyim olmalı..

25 Mayıs 2010 Salı

Zombilerden uzak

Zombi filmlerinden oldum olası hoşlanmam. Çünkü kendim için kaçınılmaz olan sonu görürüm o filmlerde hep.

Bu tür filmler, ortak bir saçmalık taşır. Dünya nüfusu hızla insanlıktan çıkarken hala elektrik vardır, cep telefonları çalışır ve hatta Internete bile erişim sağlanabilmektedir. İnsanlar zombilerden kaçarken bir kısım hala elektrik ya da operatör santrallerinde işlerini sürdürüyor olamazlar herhalde.

Ama filmleri daha da iç sıkıcı hale getirmemek için sanırım bu ayrıntı hep görmezden gelinir. Çünkü şurası kesin ki günümüz medeniyetini tanımlayan enerji ve iletişim kaynaklarını bir gün için dahi insanlığın elinden alsanız, her türlü zombiden daha da dehşet saçarsınız.

Teknoloji hayatı oldukça kolaylaştıran ve hatta muhteşem denebilecek bir düzen. Ancak sadece var olduğu sürece.

Bugün benim cep telefonumla bilgisayarım çökse ve ben ev ya da işimden uzakta bir yerde olsam, tam bir psikolojik savaş içinde bulurum kendimi. Çünkü çocukluğumun aksine bugün ne ailemin, ne eşimin ne de yakın bir arkadaşımın telefon numarasını ezbere biliyorum. Hatta e-posta adresleri bile yarım yamalak duruyor aklımda.

Eskiden telefon numaralarını bıt bıt tuşladığımız için bakkaldan bilmem ne teyzemize, nerden baksanız on kişiye kadar insanın numarasını hafızada tutma beceremiz vardı. Artık bilgisayarlar sayesinde kalem tutmayan eller, cep telefonları sayesinde numara tuşlama diye bir fonksyondan da uzaklar. Hal böyle olunca kafada hiçbir numara kalmıyor tabi.

Aslında o kadar uzaklara gitmeme de gerek yok.

Araba yolda bozuldu diyelim. Cep telefonumun şarjı bitik. Yoldan geçen arabalara el kol işareti yaptım, hadi bir araba durdu. Ee, diyecek şahıs, buyrun cep telefonum arayın istediğinizi. Ne diyeceğim," Ya siz SİM kartınızı çıkarsanız da ben benimkini taksam da öyle arasam, ben kimsenin telefonunu bilmiyorum da ezbere..."

Teknoloji bağımlılığı değil; teknolojiye teslim olunmuş bir tembellik benimkisi. Bu şaşkınlık da beni ilk zombi saldırısında kurban gidecekler listesine sokuyor. O yüzden izlerken kendimi o uyuşuk yaşayan ölülere yem olan salaklardan biri gibi görmekten hep nefret ediyorum.

Yani demek istediğim aslında sevsem de kendi rezilliğimi gördüğüm için korkutucu geliyor bu zombi filmleri bana..

20 Mayıs 2010 Perşembe

Fenerbahçe'li ya da Baykal olmak

Şurası kesin ki ne Baykal ne de FB taraftarı olmadıkları için şükreden bir yığın insan var artık aramızda. Nasıl bir uğursuz haftaysa ülkenin üçte birinden fazlası hayata küstü, diğer kesim de inadına üstüne gidiyor bu insanların.

Her iki taraf için de bir düşüş söz konusu. Baykal, yıllardır çevresindeki yardakçıların dışındaki kimseyi dinlemeden inadını sürdürmesinin acı sonucunu yaşıyor . " Madem gitmezsin biz de seni rezil etmesini biliriz " mantığıyla bel altı sataşmasına kurban verdi kendini. Şimdi evine kapanmış, oyunda haksızlık gördüğünü iddia eden küskün çocuğu oynuyor.

Kader kurbanı mı Baykal ?

Elbette değil, tam bir etme bulma dünyası hikayesi onunki.


Peki FB taraftarının acısının nedeni sadece diğer takım taraftarlarının fena sataşmaları mıdır ? Açıkçası sanmıyorum. Şampiyonluktan başka seçeneği kabul bile etmeyen bir kitlenin, stada giderek kendilerini timsah terbiyecisi ilan ettikten sonra timsaha yem olmalarını ekranlardan izlediğimiz anda patladı herşey.

Kimse hiç şampiyon olmamış bir takımın gerisinde kalıp şampiyonluğu Bursaspor'a kaptırdıkları için dalga geçmedi onlarla. Alt tarafı bir puan yüzünden kaybedilen bir yarış söz konusu aslında. Üstelik dalga geçenlerin takımları on puan geriden geliyorlar.

Bence asıl trajedi sahadaki o taraftarın, şampiyonluk kutlamasını rakibiyle alay ederek yapmasıydı.

Öte yandan FBlilerin neden evlerine kapandıklarını, işe gitmeyerek, telefonları açmayıp kendilerini sosyal hayata kapadıklarını anlayamıyorum. İlk gece şok yaşandı ama ertesi gün artık gelen sataşmalara karşı kalkan geliştirmeleri gerekirdi diye düşünüyorum.

Bununla ilgili Attila hatırlar, aramızda şöyle birşey geçmişti.

Onun uçuş ve seyahatlerini planladığım bir pozisyonda çalıştığım senelerdi. Bir Helsinki uçuşunda aslında normalde her hangi bir transfer ayarlama adetim olmadığı halde bir şaka yapayim dedim.

Taksi rezervasyonu yaptım ve ona da alanda seni elinde tabelayla karşılayacaklar dedim. Gece geç varıyorsun falan bekleme diye de destekledim.

Taksi firmasına Attila'nın isim ve soyadını vermek yerine o sıralarda ona sürekli seslendiğim gibi " Yamuk Kafa " yazdırdım. Yani Attila Helsinki'ye indiğinde onu elinde
" Yamuk Kafa " tabelası tutan bir Finli şöför karşılayacaktı :)

Gece geç vakit Attila'dan cep telefonuma mesaj geldi. Şöyle başlıyordu:

" Rezalet, ismimi yanlış yazmışlar. "

ve devamı

" Yamuk Kafa yerine Yanuk Kafa yazıyordu, rezalet ! "

Fenerbahçe taraftarı, hatta bence Baykal'ın bile Attila'dan öğreneceği çok şey var gibi..

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Liste

İlk kadın başbakan..

Eurovision birinciliği..

Baykal'sız CHP..

Şimdi de dört büyükler dışında ilk kez bir başka takımın şampiyonluğu..

Bu ülkede kolay yaşanmayacak denilen şeylerin listesi tamamlanıyor gibi. Geriye benim için şunlar kaldı:

- Olimpiyatlara ev sahipliği yapmak

- Kış olimpiyatlarında madalya kazanmak ( rengi farketmez )

- Oscarlarda en iyi yabancı film adayı olmak ( kazanmasak da olur )

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Basit bir tişört değil mesele

Her Akdenizli gibi ben de yaz mevsimini kışa tercih ediyorum. Çünkü ancak bu mevsimde tişört giyme özgürlüğüne sahip olabiliyoruz. Kışın beyaz tende tuhaf durduğundan mıdır ya da üstüne kalın montla çok acayip bir görüntüye sebep vermekten mi bilemeyeceğim ama, şöyle sıcak havalarda tişört giymenin tadı bambaşka.

Çocukken, lise, üniversite çağı ve sonrasında kısaca her zaman, her yerde tişört resmi formam olmuştur. Ama özellikle İlkokul çağı ve ergenlikte her şeyde olduğu gibi giyim seçeneklerinde de kısıtlı bir ortamımız olduğundan sanırım tişörtlerde cinsiyet ayırmaksızın kapıldığımız trendler vardı.

Şimdi dönüp bakınca rezillik diye içimden geçirdiğim uçlarından boncuklar sarkan püsküllü bir model vardı mesela. Annem ilk alıp bana verdiğinde bayılmıştım ama şimdi eski resimlerde o kadar da güzel durmadığını fark ediyorum malesef.

Benim asıl sevdiğim tür adınızı yazdırabildiklerinizdi. Bu hayatımda yaşadığım ilk kişiselleştirilebilen eşya deneyimi olduğu için sanırım, üstünde adımın yazdığı tişörtümü sanki büyük bir olay gibi taşırdım. Tabi ufak ve herkesin birbirini tanıdığı bir yerde bu sempatik görünebilyordu. Ancak şehirde ya da ne bileyim plajda giydiğimde, hiç tanımadığım çocukların benimle dalga geçerek adımı çağırdıklarını görünce biraz yenilgiye uğramıştım gerçi ya neyse..

Onbeş yaş sonrasında ise tişörtler artık yaşam tarzının aynası olmaya başladı. Özellikle Heavy Metal dinliyorsanız öyle renkli tişörtler, önünde sevimli desenli şeyler giymek günaha eş değerdi. Siyah, sadece düz siyah giymeniz gerekiyordu. Bunun neyi sembolize ettiğini inanın ben de o zaman bilmiyordum ama kendimi iyi hissettiren tarz buydu işte.

Tabi gönlümüzden geçen dinlediğimiz grupların tişörtleriydi ama o da öyle her yerde kolay bulunmuyordu. Öyle ki sokakta Metallica ya da Megadeth tişörtlü birine rastlasak önünde saygıyla eğilmediğimiz kalıyordu.

Bir de bu grup tişörtlerinden de kutsal olan turne tişörtleri vardı. Önünde mesela Skid Row'un grup resminin olduğu arkasında ise grubun turne takviminin şehir adlarıyla listelendiği muhteşem varlıklardı bunlar. Ancak ve ancak yurt dışından temin edilebilirdi ve tabi ki gece bir bara ya da önemli bir yere gidileceği zaman giyilirdi. Örneğin 1993 yılıyla birlikte başlayan stadyum konserleri gibi..

Yaş ilerledikçe aradığım tişörtler bu sefer renkten bağımsız özellikle arkasında absürd mesajlar yazan tarza kaymaya başladı. Yirmili yaşlarda nedense böyle bir mesaj kaygısına girmiştim ama üstünde benimle ilgisi olmayan marka ve yılların yazdığı pahalı tişörtler yerine insanlarda biraz olsun tebessüm yaratabileceğim türleri giymek daha çok hoşuma gidiyordu.

Hem böylece önünde koca harflerle Yards, Benetton, Nike ( evet o zaman logo yerine marka adını kullanıyordu ) gibi tişörtlerle dolanıp Kızılay yardımı almış görüntüsü veren kitleden kendimi ayrıştırmıştım.

İnsanın ancak rakamsal olarak artık gençlikten sıyrıldığını farkedebildiği ama hala o bağıran tişörtler için yanıp tutuştuğu yaşlarda, yani bugünlerde ise malesef artık düz, pastel ve sıkıcı modellere yönelmeye başladım. O yüzden mağazalarda abuk sabuk desenler ve yazılı tişörtler gözüme takılınca içim gidiyor ama
artık genç bir kız değilsin, çocuk değilsin diye telkine başlıyorum.

Hemen ağlanmaya gerek yok tabi. Yaş ne olursa olsun başta da dediğim gibi yaz geldi ve artık tişörtleri haftanın yedi gününe yaymak, hala bu bez parçasına olan tutkumu canlı tutabiliyor. İki sene öncekileri pijama niyetine giymek, hatta plajda bikini üstüne geçirmek. Deniz, kum ve güneş bir yere kadar, ama pamuklu kısa kollu giyinmenin özgürlüğü en az üç ay !

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Havaalanı destanı

Havaalanları, o dev cüsselerine karşın aslında yeryüzünün ufaltılmış birer demoları gibidir. Biraz daha hızlandırılmış ve içine azıcık mizah katılmış versyonu da denebilir.

Bu tamamen bakış açısına bağlı.


Mesela her biri farklı türde erkeğin bazen tek bir tipe büründüğü garip bir hava taşır. Türkiye'de hangi kentten uçuyor olursanız olun durup bir etrafınıza dikkatli bakınca çok tehlikeli bir ortamda olduğunuzu fark edeceksiniz.


Daha içeri girmek için kuyrukta beklerken arkanızdaki, önünüzdeki, diğer sıralardaki kısaca etrafınızı sarmış bütün adamların yavaş yavaş ceketlerini çıkardıklarını, kemerlerini çözdüklerini fark edeceksiniz. Havaalanı sanki erkeklerin içindeki bastırılmış Tecavüzcü Coşkun genini harekete geçirmektedir.


İlk kontrolü atlattıktan sonra koskoca havaalanında nereye adımınızı atsanız kemerlerini tekrar takan ya da elinde kemer dolanan adamlara rastlarsınız. Ya da avını yakalamış ve muradına ermiş ve de hala avını arayan Tecavüzcü Coşkunlar !


Bir de kemere ya da cekete ihtiyaç duymayan bir kitle vardır. Beyaz havlu ve peştemallerle sarılı bu amcalara bakıp da " Ya ben Frankfurt'a gidecektim ama yanlışıkla Çemberlitaş Hamamı'na mı geldim, ne bu ?!?" diye sizi paranoyaya sürükleyebilir. Burada paniğe gerek yok, mevsimlerden Hac zamanıdır sadece. Kısaca beyazda tehlike yoktur.


Bir de pek bir zararı dokunmayan ama gece gündüz farketmeksizin uyuyan bir kitle vardır. İnsan onlara bakınca kendi adına endişelenir. Acaba hangi zaman boyutunda ve hangi iki kent arasında niçin sıkışmışlardır ki bir zamanlar işi, ailesi ve evi olan bu adamlar sonsuz uykuya geçmiştir. Evet, kesinlikle sonsuz uyku. Sorun kendinize, bu uyuyan kayıp yolculardan hiç birinin uyandığına şahit oldunuz mu acaba ?


Bir garip alemdir alanlar. Genel kanı hep uçaklarda tuhaf hikayelerin döndüğüdür. Oysa uçak ufacık kapalı ve görüş alanınızın kısıtlı olduğu bir araçtır. Oysa o dev alanlar..

6 Mayıs 2010 Perşembe

Panter Emel'im ben

Hayvanlardan korkmayı, böceklerden tiksinmeyi, huylanmayı kesinlikle anlarım. Anlayış bile gösteririm bu tür çekincesi olan insanlara. Bunlar ya hayvanlardan uzak ortamda büyümüşlerdir, alışık değillerdir ya da tam tersi hayvanlarla çok kötü bir tecrübe yaşadıkları için aralarındaki ilişkiyi kesmişlerdir.

Ama gerek doğada, gerek sokakta nerede olursa olsun hayvanlara karşı üstünlük kompleksi geliştirmiş bir ırk vardır ki işte bu insanlar, ciddi söylüyorum elime geçmesinler. Kendi ezikliklerini tatmin etmek için sokakta kedi,-köpek tekmeleyen mahlukları zaten kazanlara tıkıp yaksınlar da benim asıl derdim güya iyi eğitim almış, iyi yerlerde çalışan, sözde görmüş geçirmiş insanların tutumları.

Gördükleri her dört ayaklı canlıya " pist ", " kışt" demekle ömür geçiren bu cinsler ne yazık ki doğuştan hayvan sevgisi taşıyan evlatlarını da zehirliyorlar.

Kimse gidip her gördüğü hayvanın boynuna sarılsın, geceleri koynuna alıp yatsın demiyorum elbet. Ancak hayvanlara kötü niyetle bakılmasına da anlam veremiyorum. Çocuğuna " Tamam kedileri çok seviyorsun ama onunla oynama, belki tırmalar, onun yerine başını sev, ya da uzaktan bak öyle sev." demek çok mu zor ?

Ya da " O köpeğin de canı var, o da soğukta senin gibi üşüyor, yemek bulamazsa acıkıyor, üstelik hep sokakta yatıyor, o yüzden sakın canını yakma, yazık." diye öğüt vermek bir nesli yok mu eder ?

O yüzden kimse kusura bakmasın, hayvanlara karşı güç kullanan, bunu teşvik edip onaylayan ve hatta buna sesini çıkarmayan kitle, kendini benden korusun. Madem ortada bir güç savaşı verilmek isteniyor, buyrun karşılarında Panter Emel'den de gözü dönmüş bir asker var !

5 Mayıs 2010 Çarşamba

80'lere ait dedikodular

Zamanında evli iki çiftten oluşan ABBA'nın servet paralar teklif edildiği halde bugün bir performanslık gösteri için bile olsa bir araya gelmeyi reddettiğini..

Şarkı sözleri çevresel sorunları içeren Midnight Oil solisti Peter Garret'in bugün Avustralya'nın çevre bakanı olduğunu..

1984 Los Angeles yaz olimpiyatları kapanışında Lionel Richie"nin verdiği konserin o zamana kadar ki en renkli olimpiyat kapanış töreni olarak taihte bir ilki gerçekleştirdiğini..

Mazhar-Fuat-Özkan'ın Sufi ile katıldığımız 1988 Eurovision şarkı yarışmasını İsviçre adına katılan Celine Dion'un kazandığını..

Take On Me videosundaki İngiliz dansçı Bunty Bailey ile A-ha solisti Morten Harket'ın video klipte canlandırdıkları tutklu aşıklar rolüne kapılıp yaklaşık bir sene boyunca birlikte olduklarını..

Queen ve David Bowie çalışması olan Under Pressure parçasını hiçbir telif hakkı ödemeden Ice Ice Baby
diye yorumlayan Vanilla Ice'ın ,sokaklardan gelme beyaz bir rapper olduğunu iddia etmesinin ardından aslında Dallas'lı bir milyonerin oğlu olduğunun ortaya çıktığını.

İrlanda'lı Chris de Burgh'ün 2003'te Çinde yapılan ve o güne kadar en çok protesto edilen güzellik yarışmasında dünya güzeli seçilen Rosanna Davison'ın babası olduğunu..

Cyndie Lauper'ın " Girls Just Wanna Have Fun" videosunda anne babasından, kuzenlerine kadar gerçek ailesinin oynadığını..

Elton John'un Berlin Duvarı'nda çekilen " Nikita " videosundaki görüntülerde, duvarda Türkçe " Kahrolsun Faşizm" yazdığını..

Hazır konu Türklerden açılmışken, UB40 solisti Ali Campbell'in annesinin Kıbrıslı Türk olduğunu..

Whitesnake'in birçok videosunda boy gösteren, hatta yetmeyip tıpkı "Here I Go Again" videosunda olduğu gibi o uzun bacaklarıyla çok acayip hareketler yapan çekici esmer kadının, solist David Coverdale'in sevgilisi olduğunu..

1981'de bir Ağustos günü yayına başlayan MTV'nin, yeni bir dönemi ironik bir şekilde göstererek ilk çaldığı parçanın The Buggles'dan "Video Killed The Radio Star" olduğunu..

Ve benim en en favori 80'ler listemin ilk on şarkısının ise

Simple Minds " Alive and Kicking "
Spandau Ballet " Gold "
Duran Duran " Rio "
The Police " Every Breathe You Take "
Nik Kershaw " Wouldn't It be Good "
Talk Talk " It's My Life"
Tears For Fears " Shout "
Tina Turner " We Don't Need Another Hero "
Madonna " Live To Tell"
Michael Jackson " Beat It

olduğunu yazmadan edemedim :)

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Tatil bünyede strese yol açıyorsa


Öğrenciyken tatil bolluğu sayesinde hayat ne güzeldi. Koskoca bir yaz tatili vardı; başından sonuna istediğin gibi, özgürce kullanabildiğin bir keyifti adeta.

Şimdi ise yaz en fazla iki haftaya sıkıştırılmış bir tatil. O da parası ve şanslı olana. Onun dışındaki kitleye tatil organizasyonu adeta yıkıcı bir süreç oluşturuyor.


Kimlerle, ne zaman, nereye gitmeli şeklinde hedefe yönelik üç soru ile başlanan kafa bulantısı ayrılan bütçenin seçilen mekan ya da süre ile uyuşmamasıyla daha baştan kriz tetikleniyor.

Önlem olsun diye erken yapılan rezervasyonun indiriminden faydalanmak için ta ocak ayında temmuz tatilinizi planlıyorsunuz. Bu sefer tam tatil haftasında ya çok yakın bir sevdiğinizin evleneceği tutuyor, ya da dünyanın öbür tarafındaki bir yanardağ patladığı için uçaklar yerinden kımıldayamıyor.

Yani insanın iki gün sonrasından bile emin olamadığı günümüzde iki mevsim sonrasına böyle planlara girişmek borsada en riskli kağıda oynamaktan daha çok kalbi yorabiliyor.


Yazlık olsun, istediğim zaman giderim de mantıklı bir çözüm değil. Bütün kış yatmış o yazlığı açmak, yemek pişirmek, sofra kurup kaldırmak, çamaşır, bulaşıkla uğraşmak, bir de gelen gideni ağırlamak da bana hiç bedensel ve zihinsel bir dinlence tatili görüntüsü çizmiyor. Eğer öyleyse, deniz kenarında yaşayan tüm Türkiye halkı yıllardır tatil yapıyor da farkında değiller herhalde.

Diyorum ya parası olan ya da şanslıların olayı bu tatil. Bizim gibi, haftanın 5 günü, 48 saatlik bir mola için koşturan insanlara şöyle güzel bir sahil oteline gidip ayaklarını şezlongta uzatarak dalgaların sesini dinleyebilmek hakikaten lüks.


O bir hafta için insan haftalarını ve hatta aylarını kafa yorararak geçiriyorsa zaten o tatilden ne hayır gelir ki ?