31 Temmuz 2009 Cuma

Dolma toplayan adam

İlkokula henüz başlamadığım ve okuma yazma da bilmediğim bir yaş grubu içindeyken okula giden arkadaşlarımdan bir şiir duymuştum.

Şiirde bir adamdan bahsediliyordu, sabahları uyanma sorunu yaşayan ve kalkıp bahçesindeki dolmaları sulaması ve toplaması istenen bir adamdan. Saat dokuz olduğu halde bu adam hala kalkmıyor o yüzden de dolmaları sulayamıyordu.

Henüz okul bilmez hevesimle kendi çapımda ezbeledim bu şiiri. O zamanlar ülkede enerji kıtlığı olduğu için geceleri düzenli elektrik kesintileri olurdu. O gecelerden birinde annem ve ağbime bu şiiri okuyacağım tuttu.

Bu ikisi şiiri duyar duymaz gülmekten kırılmaya başladı. Halbuki tam da yeni başlamıştım ve onlar gülmeye başlayınca ne olduğunu anlamadan kaldım.

Kimmiş bu adam, neden dolma topluyormuş diye sormaya başladılar. Ben de kendi mantığımla açıkladım durdum. Bir yandan da hayatlarında ilk defa duydukları bir şiir hakkında neden benimle dalga geçtiklerine karşı da savaş veriyordum. Ancak ben açıkladıkça bunların eğlenmelerinin dozu daha da arttı.

" Neden kalkmıyormuş bu adam ?
" Çünkü uyanamıyormuş, geç yatmış."

" Neden uyanacakmış peki ?"
" Çünkü sabah dokuz artık bahçedeki dolmalar susuz kalacak, onları sulaması lazım."

Bu böyle devam ettikçe ben de iyice huylanmaya başladım. Ya bir terslik vardı ya da annemle ağbimin bana garezi ! Hatta daha da kötüsü, ben dünyaya ışınlanmış bir başka gezegen yaratığıydım ve derdimi bir türlü anlatamıyordum bunlara !

Annem hızını alamadı, anneannemi arayıp bir de ona şiiri okuttu bana. Anneannem gülmeden dinledi ama ben şiiri okurken ağbim ve annem hala yanımda kıkırdayıp durdular. Anneannem çok güzel okudun falan dese de ben kafayı yemek üzereydim artık.

En sonunda benden dokuz yaş büyük olan ağbim şiirle ilgili sorunun ne olduğunu anlatmaya başladı. O öyle değil böyle dedikçe bu sefer ben karşı çıktım, çünkü anlattıklarından hiçbirşey anlamıyordum. Ayrıca dalga geçiyor olmaları benim arkadaşlarıma okullarında öğretilen şiirin ne olduğunu bilip etmeden bana akıl verme hakkını tanımıyordu onlara, o inatla iyice karşı çıktım anlattıklırına inanmaya.

Ağbim uğraşsa da benim gerçeği kabullenmem için aradan bir sene geçmesi ve okula başlamam gerekti.

Böylece saat dokuzu beş geçe gözlerini Dolmabahçe'de hayata yummuş Atam'ın şiirini geç de olsa öğrenmiş oldum.


Tabi uzaydan gelmemiş olduğumu da :)

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Yaş 35 yolun sonu aslında

Çocukken zaman çok yavaş geçiyor. O yüzden de ömür sonsuz algılanıyor. Ergenlik döneminde kendini ispatlama süreci ve dünyaya karşı isyan havasından başka derdi olmuyor insanın. O yüzden de zaman hızlı mı yavaş mı hiç fark edilmiyor. Üniversite hayata atılmadan önceki son tatil, ama bunu birçokları göremiyor. Yirmili yaşların başında iş hayatıyla birlikte geçen bekar yıllar da insanı fena kandırıyor. O yaşa kadar kıt paralarla ihtiyaçlarını gidermeye çalışırken bir anda cebine tomarla para doluyor. Bir nevi sonradan görmelik gibi bir sosyal statü yükselişine geçiliyor. Ama sonra zamanla bu eskisine kıyasla lüks sayılan hayata da alışıyorsun ve kazancın yetmez oluyor. Otuzlu yaşlarda bir durağanlık geliyor. Cinsiyetler arası ayrım bakış açısından çok hayat koşulları gereği belirginleşiyor. Ortak kaygı çocuk sahibi olup olmamaktan geçiyor. Sonra bir gün bir bakıyorsun, hayır 40 değil, yaşlı bir insan olmuşsun.
Evet, aslında geleceğe dair günü tüketen kaygılar, koşturmalar, kaçan hayatı kovalama, kendini ortaya koyma, hiçbirşeyi kaçırmama derdi derken hayat akıp gidiveriyor elinden.
Romatizma, kemik erimesi, prostat, rahim tümörü, yüksek tansyon, kalp, katarakt, ağır işitme, alzheimer gibi bugün size tamamen uzak ama bir süre sonra hayat gerçeğiniz olan hastalıklar günlük literatürünüz olacak. Gün gelecek oturduğunuz koltuktan kalkabilmek yarım dakikanızı alacak. Çevrenizdeki ölüm haberlerini kanıksayacaksınız. Sizi bu hale getiren hızlı hayata karşın artık yaşamınız artık yavaş geçecek. Çünkü bedeniniz gün geçtikte çöküşe geçecek ve siz de onun kendini sona hazırladığını aslında kabullenmiş olacaksınız.. Beklenmedik kötü aksilikler olmadığı sürece hepimiz yaşlanacağız ve aramızda şanslılar varsa bu zor günleri yatağa ya da bir başkasının bakımına ihtiyaç duymadan geçirecek. Ama bir gün gerçekten hepimiz yaşlanacağız. Ölüm gerçeğinden de acı bir süreç yaşlılık. Etrafınızdaki büyüklerinize sorun, hepsi de aynı şeyi söylecektir " Yaşlılık çok zor."

Ve siz bu gerçeğe bugünden hazır olmadığınızda yaşlılık çok daha zor geçecek..

28 Temmuz 2009 Salı

Kaçın domuzlar geliyor !

Okumaz etmez ama duyduklarını pür dikkat ciddiye alan halkımın beni en çok eğlendiren takıntılarının başında domuz korkusu gelir. İslam dinince yenmesi yasaklanmış domuz etine karşı olan antipati o kadar yüksektir ki halkımıza göre en büyük günah sadece domuz denen bu sinsi yaratıktan gelmektedir.

Öyle ki, halkımıza göre Kuran-ı Kerim'de tüketilmesi yasaklanan leş eti, kan, alkol ve uyuşturucu maddeler tamamen ikinci planda kalmış hatta yok sayılmıştır. Yani arada içki alemleri yapıp kafayı da güzelleştirebilirsin ama domuz yemediğin sürece sorun yok. Çünkü domuz eti en büyük günah !

Herhalde içkinin domuz etinden daha sık karşımıza çıkıyor olmasından dolayı genel bir kanıksama söz konusu.

Ama sürece yayıldığında dindeki bu yasakların insan vücuduna ve psikolojisine zarar verdikleri için yasaklanmış olduklarını anlamak için biraz kafa çalıştırmak yeterli olur. Domuz etinin yağlı olmasından öte her türlü parazit ve virüsü barındıran ve iyi koşullar sağlanmadığında ciddi enfeksyonlara sebep olan bir et çeşidi olduğu bir gerçek. İçki ve uyuşturucunun insana neler yapabildiği malum. Leş ve kan da yine domuz eti gibi içeriğindeki türlü hastalıklı mikrop ve virüslerden dolayı uzak durulması öngörülmüş yenilesi şeyler.

Fakat bize göre gene de en kötüsü domuz da domuz.

Bir de okumayanların bilmediği gibi yasaklananın aslında domuz hayvanı değil sadece domuz eti yemek olduğunu görebilseler bu kadar korkmazlar bu hayvancıktan.

Bu fobiyi sembolleştiren eylemlerden biri yukarıda Penguen'in de acımadan kapağına taşıdığı Piglet paranoyası olmuştu. 2006 yılında TRT'de yayınlanan bir çizgi filmdeki karakterlerden biri olan domuz Piglet TRT tarafından sansürlenmişti. Garibim Piglet'in olduğu sahneler çocuklara kötü örnek olacak diye kırpılınca da bunu akıl eden zihniyet böyle maymun olmuştu işte.

Sonra da sakınan göze çöp battı. İzmir'de muhafazakar bir sitede verilen yemekli davet sonrası herkesin ellerinin yüzlerinin şişmesi sonucu ortaya çıktı ki çiğ köfteden parazit kapılmıştı. Ve bu parazit sadece domuz etinde görülen tür bir parazitti.

Gündem hastalığımız domuz gribi olarak çıkış yapan H1N1 gribiyle ilgili halkımız hafiften kendini güvende hissediyor gibi. Ee, domuz eti yemiyoruz, nerden bulaşsın bize domuz gibi di mi ? Ama insan eti de yemediğine göre nasıl kapıyorsun normal gribi diye akıl eden yok tabi.

Herkesin günah seçimi de menü seçimi kendine aittir. Domuz da canı olan bir hayvandır ve onu yememek bizim için yeterli olacaktır, onun dışında lütfen bu hayvanı rahat bırakalım artık.

24 Temmuz 2009 Cuma

Yaşasın kavga var !

Kabul edin tartışan ya da kavga eden insanlar gördüğünüzde yerinizde kalıp sessizce izlemeye başlıyorsunuz. İtiraf edin yükselen sesler ve bağrışlar içinizdeki adrenalini fokurdatmaya başlıyor. Açıkça söyleyin, hepimiz kavga gördüğümüzde sessizce köşemizden bunu izlemeye bayılıyoruz.

Bencil doğamızdan mıdır yoksa gerçek hayata dair aksyonlar mı bizi böyle bağlıyor ama ortalıkta uçuşan negatif enerjiye karşın kavga anları bizim için çekici bir unsur.

Benim favori kavgalarım daha çok en işe yaramaz tiplemelerin karıştığı kavgalar oluyor. Mesela maç çıkışı birbirine giren taraftarlar ve bütün maç boyu destekledikler i ama sonra yenildiler diye takımlarına saldıran fanatikler liste başı çekerler. Bu sık sık gerçekleşen bir gerginlik anı olsa da ne yazık ki ancak televizyonlardan izlemekle yetinebildiğim bir eğlence. Neyseki televizyonlarımız futbola günde 5 saat ayırdıkları için her kanalda bolca üstelik de saniye saniye tattırılan bu görüntülerden hiç mahrum kalmıyorum.

Diğer sevdiğim kavgalar trafikte kuralları yok saydıkları için sonunda birbirine toslayan kendini bilmez şöför kavgaları. Buradaki doruk noktası taksici, minübüsçü ve transporter denilen genelde 20 yaş ortalaması gençlerin elinde oradan oraya savrulan araç sürücüsü kapışmaları. Birbirlerini dinleyip karşılıklı anlaşabilme gibi yeteneklerden mahrum bu insancıklar daha kazanın ciddiyetini anlamadan birbirlerine dalıveriyorlar. Her birinin aracında kalınca bir sopanın olması ve böyle anlarda hemen bu sopaların havada uçuşması tam oturup çekirdek çitleyerek izlenilecek sahneleri yaratıyor.

Fazla şiddet içermeyen ama çok pis sözsel sataşmalar da keyif verici madde gibidir benim için. Görüntüde iyi eğitim ve aile terbiyesi ile donatılmış ama ruhu hiçbirinden nasibini alamamış insanların çok sık düştüğü tuzaklardır bunlar.

Süpermarkette kasa kuyruğu, açık bir otoparkta boş yeri ilk ben gördüm davası, indirimdeki bir mağazada denedikten sonra kenara koymuştum sen kaptın o elbiseyi meselesi, sinemada cep telefonu ile konuşulması, gece geç vakitte komşuları rahatsız edecek türden müzik ya da gürültü yaratma halleri gibi çeşit çeşit sayılacak gerginlik anlarıdır hepsi. Önce nazikçe bir uyarı ile başlasa da bir anda saman alevi sarar dört bir yanı. Haksızlığı yaratan sanki kendi özerk alanına tecavüz edilmiş, haksızlığa uğrayan da namuz elden gidiyor feryadıyla başlarlar birbirlerine saydırmaya.

National Geographicvari bu sahnelerde böyle insan zararlısı tiplerin kavgaları asla beni rahatsız etmez. Diyorum ya işime de gelir ve zevkle izlerim her anı. Hatta daha da ileri gider ve birbirlerini imha ederek yer yüzünden silinmelerini dilerim.

Ancak hoşuma gitmeyen kavgalar da vardır. Çekirdek aile içindeki tartışmalar ya da sevgililerin bozuşması gibi. Birincisi hepimizin başındaki dert olan anne-baba-çocuk-karı-koca şeklinde ondan ona seken bu tartışmalar baş ağrıtır, çabucak uzaklaşırım o ortamdan. İkinci durum ise içime fenalıklar getirir o yüzden hemen ortamı terk ederim.

Ama olsun derim, içimin yağlarını eritecek türden tonla tartışma modelleri ve kavga çeşitlemeleri her gün sergilendiği için böyle birbirini sevenlerin birbirlerini üzmeleri çabucak silinir aklımdan. Bakarım, iki kendini bilmez dalmış birbirine, hemen izleyici koltuğundaki yerimi alır kıs kıs gülerek tekrar gösteriye kendimi kaptırırım.

21 Temmuz 2009 Salı

Tanıştırın beni bu arkadaşla artık

Hani hep bir arkadaş vardır, efsane. Başımıza bir iş gelse, birşeye ihtiyaç duysak ama ne yapacağımızı bilemesek hep bu arkadaştan örnekler duyarız. Çünkü bu arkadaş arkadaşınızın arkadaşının arkadaşıdır ve aynısı onun da başına gelmiştir, bu yüzden biz de bu örneklemden esinlenmeliyizdir.
Arkadaşınız anlatır ve der ki " Bir arkadaşımın yakın arkadaşının başına gelmiş, kredi kartını zamanında ödemezsen aylık yüzde binbeşyüz faiz işliyormuş. Adam ödememiş, iki ay sonra evine haciz gelmiş, o da yetmemiş, hapse atmışlar, şimdi Sivas kapalı ceza evinde gün sayıyormuş." Hatta hikaye bazen daha da trajik olur " Bir arkadaşım anlattı, yakın bir arkadaşı bir gün evde düdüklüde yemek pişirirken düdüklü tencere patlamış, tüm mutfak yıkılmış. Düdüklü tencerenin o seride hata varmış, ama firma olayı ört bas etmek için arkadaşımın arkadaşına onbin dolar ödemiş."

Popüler hastalıklar sarar bu arkadaşın dört bir yanını. İlla ki kuş gribi teşhisiyle havaalanlarından birinde alıkonulmuş, şimdilerde de domuz gribine yakalanmıştır.

Bir de bahtsızdır bu arkadaş. EDS kameraları onu değil de kırmızıda geçen bir başka arabayı onun arabası diye yakalamıştır, yeni açılan pahalı bir restoranda yediği kremalı makarnadan zehirlenmiştir, her zaman gittiği manikürcüden hepatit B kapmıştır, ağzını silmeden içtiği kutu koladan dudakları uçuklamıştır, bindiği taksi Beşiktaş'tan Taksim'e gitmek için iki kere Boğaziçi köprüsünden geçmiştir, üstelik haftalardır devreden sayısal lotoyu da tek bir rakamla kaçırmıştır.

Bazen de başarı hikayesidir. Sirkeli su ile haftada onüç kilo vermiştir bu arkadaş. Papatya suyu ile yüzündeki aknelerden kurtulabilmiştir ve şimdi yüzü pırıl pırıldır. Sıcak yaz akşamları şişen ayaklarını tavana dikip uyursa ayakları hemen inermiş, lodos estiğinde ağrıyan baş ağrısını da buzlu göz bantları geçirirmiş. Güneş yanıklarına da keçi sütü sürerse asla derisi soyulmazmış.
Hep gezen bilir kıvamında önemli olaylara da tanıklık etmiştir. Bodrum'da George Clooney'i barlar sokağında bira yudumlarken, Kapadokya'da Brad Pitt'i bir büfeden sakız alırken, hatta babaannesinde kaldığı bir gece Lady Diana'nın hayaletini başucunda ağlarken görmüşlüğü vardır.

Anlat anlat bitmez bu arkadaşın hikayeleri. Hep de başına birşeyler gelip konu mankeni olan bu şahsiyeti merak ederim ben. Herkesin ortak derdine sahip bir türlü ortaya çıkamayan bu arkadaşı artık tanımak benim de hakkım diyorum ve soruyorum size.
Kimdir arkadaş bu arkadaş ? Söyleyin biz de tanışalım ve şu hikayeleri ilk ağızdan dinleyelim artık. Arkadaş efsanesi şehir efsanesi tadında kabaklaşmadan biz de bu meşhur arkadaştan nasibimizi alalım yahu !

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Uzak durulası insan modelleri

Dünyada milyarlarca insan ama çok az kişilik var diye bir söz duymuştum. Henüz milyar tane insan tanımadım ancak bu yaşıma kadar çeşitlendirebileceğim kişilikler gördüm. Bazıları ben daha onları tanır tanırmaz kendilerini ortaya koyuverdi, bazılarındaki huyları görmek ise yıllarımı aldı.

Sonuç olarak da kendimce bulaşmamam ve aradaki mesafeyi sabit tutmam gereken insan gruplarını çıkardım.

Bunlardan insan sağlığına en zararlı olanlardan üçe ayrılanlar şöyle..

1 - BEN BEN BEN BEN diyenler.. Bunlar her yaş ve cinsiyette görülebilen megaloman yalnızlardır. Geçen yılki bir yazımda sürekli "Biz" diyenler de bu gruba girer. "Biz" dediği sadece ait olduğu okul, kent ya da takım ekolüdür, onun dışında hep "BEN"dir bu kişi. Herşeyi o yapar, herşeyi o yapmıştır ve ön planda olduğunu her fırsatta dile getirip insanı sonunda bezdirir. Aklına karşısındakiyle ilgili soru sormak gelmez, çünkü kendisinden başka bir ilgi alanı yoktur. O yüzden kendisiyle ilgili anlattıklarından çıkarak asla sizinle ilgili benzer deneyim ya da hikayeleri öğrenmek aklına gelmez. Çeneleri düşük olur, söz keserler; ama en kötüsü bu tip insanlar kompleksli oldukları için farkettirmeden sizi de kendi yalnızlıkları içine çekerler. Bir gün bir bakmışsınız onun hayatı onun problemleri yüzünden siz de hayatı sorguluyorsunuz. Sakın diyorum.. Kanmayın ve ardınıza bakmadan uzaklaşın..

2 - SEN SEN SEN SEN diyenler.. Bunlar da ancak ortalıkta birşeyler ters gittiğinde sizi hatırlarlar. Çünkü suçlayacak kendileri dışında birileri olmalıdır ve hep en yakınlarındaki insanı bundan sorumlu tutmak işlerine gelir. Birlikte yola çıktığınızı sanarsınız ama günün sonunda bakmışsınız tüm aksiliklerin ve sorunların sebebi sadece siz olmuşsunuzdur. Eğlenceyi paylaşır, zorlukları üstünüze atarlar. " Sen yaptın" " Senin yüzünden oldu" gibi cümleler duymaya alıştığınızı fark ettiğiniz anda dönün arkanızı ve ona göre son hatanızı, kendiniz içinse özgürlüğünüzü ilan edin.

3- O O O O diyenler... Sürekli yakın bir arkadaşından ya da sevdiği bir başka örnek modelden övgüyle bahseden kişiliği oturmamış tiplemelerdir. Bazen hayatınızda tanımadığınız birini uzun uzun anlatır içinizi kıyarlar. Orası onun gevezeliği, o önemli değil. Ama bazen bakmışsınız havalara çıkardığını çekiştiriyor da. Hatta aynı anlattığı olayları abartarak tekrarlıyor. Bu durumda bu arkadaş saplantılı ve kendi kişiliğini kaybetmiş demektir. Daha da kötüsü o diye bahsettiği kişiye de sizinle ilgili çok fena atıp tutuyor olabilir. Ne kendisini ne sizi önemsemeyen figüran bir çeşittir ve hayat boyu size hiç bir faydası olmayacağı için boşverin derim, arkanıza bile bakmayın, kaçın !