27 Aralık 2010 Pazartesi

2010

U2 İstanbul konseri biletleri satışa sunulduğunda yani yaklaşık 10 ay önceden biletimi almış, konsere geri sayım yapmaya başlamış biri olarak bu sahneye tanık olmak konserin tümünden çok daha etkileyiciydi benim için.

Bu seneden geriye kalan görüntüler işte budur..


Konserde tüylerin dikildiği an 1

Tüylerin dikenleştiği an 2

23 Aralık 2010 Perşembe

Yatırım yapalım köşe olalım

80ler kuşağının bir dönüşüme şahit olduğunu söyleyebiliriz. Ülkedeki yoklukların Özal döneminde nasıl da bolluk ve çeşitliliğie kavuştuğunu hepimiz gün be gün yaşadık bu dönem boyunca.

Tabi yapılan her yeniliğin, her yatırımın ardında gittikçe zenginleşen politicikacıların olduğu da gerçeğini de kabullenerek yetiştik.

Açıkçası ben belki bu yaşanmışlıklardan belki de tamamen kötü niyetli huyumdan dolayı nerede gereksiz bir yatırım ya da yenileme hareketi görsem, arkasında mutlaka o işi başlatanın çıkarı olduğunu düşünüyorum.

En basit örneği de bizim meşhur sitede yaşanıyor.

Son bir senede yapılanlar o kadar absürd ve gereksiz ki. Bir de masrafı düşününce, belli ki birileri bu işten kar elde ederek aklınca siteye iş yapıyor diye düşünmeden edemiyorum.

Sitenin tek ve dar bir yolu var. Siteyi çepeçevre dönen bir yol olduğu için tek yön uygulaması yapılmış. Ama tabi Türküz ya, bazen çıkışa yakın olanlar, tüm sitede dolanmak yerine ters yönden kaçmayı deniyorlar. Olur da karşılarına araç çıkarsa ikisinin de kaçacağı yol olmayacağı için ters yola sapan mecburen geri geri giderek karşıdan gelene yol vermek zorunda kalıyor.

Yani baktığınızda hile yapan yakalandığında sistem zaten kendiliğinden cezalandırıyor. Ha, yol boş olur geçer gider. E bunun zaten kime neye zararı var ?

Ama sitemizin yüksek yöneticileri bunun bir dünya sorunu olduğuna karar verip özellikle elçiliklerde ya da büyük alışveriş merkezlerinde görülebilen türden bir önlem aldılar. Hayır, kapan değil. Hidrolik bariyer sistemi !

Hem de öyle bir sistem ki, aracı sensörle algılayıp doğru yönden geliyorsa mantar bariyerler yerin altına çekiliyorlar. Bu sistem dediğim gibi aslında yüksek güvenlik gerektiren yerlerde kullanılıyor. Çünkü bu bariyerler yukarıdayken araç isterse 180 km hızla dalsın, bariyerleri geçemiyor. Kapan falan olsa lastik patlasa da araç ilerler yani. Ama bu mantar bariyerler kesinlikle geçilemez !

E şimdi, bir tek yön sitede, ters yönden girdi diye bir araç bu kadar mı engellenmeli yani ? Üstelik bu bariyeri yolun her iki tarafına da yaptılar. Harcanan para uçuk.

Daha da trajik olanı ,sistem çalışmaya başladığının ilk haftası arabasında çocuklar olan bir kadın mantar bariyerlerin inişi hızını algılayamadığı için bunlara çok fena girdi. Araba hurda oldu, çocuklar da hafif de olsa yaralandı.

Yetmedi üst üste iki kişi daha kaza yaptı bu bariyerler sayesinde. Ters yönden gitmeyen, normal insanlar üstelik.

Tüm arabalar kullanılamaz hale geldi. Ve muhtemelen de şimdi sigorta parasını bizim siteden almaya çalışıyordur.

Bunun üstüne sistemi iptal etmek yerine adamlar sinyalizasyon getirdiler. Yani ufacık sitede şimdi mantar bariyerin inip çıktığını anlamamız için bir de trafik ışıklarımız oldu !

Yetmedi. Bizim sitenin yüksek düşünürleri zaten 24 saat güvenlikli bir site ve misafirlerin bile neredeyse anne kızlık soyadına sorgulayan güvenliğimizin olmasına karşın apartman kapılarına şifreli dijital kilit sistemi koydular. Tabi hem apartman girişine hem de otopark girişine olmak üzere iki adet.

Öncelikle, şunu sorguluyorum. Dededen kalma yöntem bildiğimiz anahtarın suyu mu çıktı ? İkincisi zaten her yanımız şifre doluyken evime girmek için bir de 5 haneli başka şifreyi daha mı ezberlemek zorundayım ? Ve sonuncusu NE GEREĞİ VARDI ??

Hadi siteyi hırsız, sapık, ruh hastaları bastı. E bahçede oynayan bir sürü çocuk var, açıkta park edilmiş araçlar var. Onları feda edelim, biz evimizde güvenli güvenli oturalım diye midir bu önlem ?

Ya da her apartman sakini kendi apartmanında otursun, öyle yan apartmana falan geçmesin diye mi ?

Ne bu şimdi ?

Bunlara yok siteye değer katmak, işte yatırım yapıyoruz ki sitemiz güzelleşiyor gibi saçma sapan bahanelerle savunanlar var elbet.

E onlar buna inanıyorsa, ben de bu sözde yatırımı yapanların bu işlerden kazanç sağladıklarına inanıyorum. Yönetimde olmak zaten maddi kazanç getirmiyor. Sadece site aşkı değildir bu kadar insanın lafını çekmek, uğraş vermek. Ne kadar pahalı ne kadar gereksiz yatırım varsa siteye getiriyorlarsa bu işten karları mutlaka vardır.

Tabi ispatlanacak birşey değil bu. Ama zaten blog sahibi olmanın güzel yanı da burada yatıyor. Fikrimi belirtir, lafımı ortaya koyar, gönül rahatlığıyla çekilirim ben bir güzel..

3 Aralık 2010 Cuma

Çok pis itiraf

Lisedeyken telefon denen aygıta doyamazdım. Geceler boyu arkadaşlarımla konuş konuş konu bitmezdi.

Yaş iki katı olunca ise telefon görmek dahi istemez oldum. Gün içinde sürekli telefonla konuştuğumdan da değil bu bıkkınlık. Sadece itici geliyor.

İş yerinde masa telefonumu hiç kullanmıyorum, bütün gün çalıyor boş boş.

Cep telefonumdan işle ilgili arayanlara e-posta gönderin diyorum. Gerçi telefonda halledilecek konu olmadığı için aslında arıyorlar zaten. Bir an önce görüşmeyi bitirip yazışarak konuyu çözüyorum.

Akşam ofisten çıktığım anda arayanların ise hiç şansı yok zaten. Ertesi gün hiçbirini tekrar aramıyorum bile.

Gece ise kim ararsa arasın çoğunlukla cep telefonuna yanıt vermiyorum. Çünkü ne sohbet edecek halim oluyor, ne de isteğim.

Evde ev telefonu ise zaten yok..

Ne mutlu ki yakın arkadaşlarım da telefonlaşmak yerine ya yazışarak ya da görüşerek iletişimde olmayı tercih ediyorlar. Ailem onları beş gün aramasam, " Niye aramadın, iyi misin, noluyor ?" diye panik dahi olmuyor.

Kısaca budur itiraf..

30 Kasım 2010 Salı

Hurafe sorgulayıcısı


Hurafe midir adı yoksa şehir efsanesi mi, bilmiyorum ama, aklımızın yattığı neden-sonuç ilişkilerine hepimiz bayılıyoruz.

Babama göre dünyada bir uçak düşerse başka bir yerde daha mutlaka uçak düşecektir.


Annem 17 ağustos 1999 günü havanın anormal sıcak olmasından dolayı depremin önden belli olduğunu söyler hep.


En yakın arkadaşlarım " Bu iletiyi sevdiğin on arkadaşına göndermezsen başına lanet yağar" iletilerini gayet de inanarak göndermeyi kendilerine görev sayıyorlar.

Şimdi oturup zaten şu anda havada binlerce uçak var, kaza olasılığını ona göre hesap etmek gerek demek ne kadar inandırıcı olur ?


Ya da anneme deprem Ocakta değil Ağustos'ta oldu, izninle hava sıcak olsun demek işe yarar mı ?

Arkadaşlarıma, paronayanızla yüzleşin, göndermeyin bir kerecik o iletiyi, bakalım lanetlenecek misiniz diye cesaret versem fayda sağlar mı ?


Aslında hepsi için enerjim de var sabrım da. Ama bu kendini tekrarlamaktan öteye geçmiyor.

İnsanlar bunlara inanarak kendilerini rahat ediyorlar.
Ben de bıraktım artık kendi hallerine :)

26 Kasım 2010 Cuma

Perdeler


Cam pencere sımsıkı kapalı evlerde oturan insanları anlayamıyorum. Ben öyle ortamlarda, hele ki geceyse cinnet geçirebileceğime eminim. Kutu gibi, sadece lamba ile aydınlanan ve klostrofobiye davet çıkaran hücre gibi yerler bence böyle evler.

Bu herhalde alışkanlık meselesi. Benim büyüdüğüm evde perdelerin tek işlevi güneşin rahatsız edici anlarından korunmaktı. Onun dışındaki tüm zaman dilimlerinde perdeler de kepenkler de hep açıktı.

Hatta yolun hemen karşısında aynı hizzamızdaki ev sakinleri de aynı şekilde yaşadıkları için olağan ev hallerimizi karşılıklı yaşardık. Sonuçta salon bu, en kötü verebileceğiniz görüntü pijamalarla kanepede sere serpe yatıp televizyon izliyor olmanızdan başka ne olabilir ki ?

Onun dışında yok misafir gelmiş, yemeğe oturulmuş, evde temizlik var falan, bunları komşular görüyor diye nesinden utanılır ki ?


Şimdi oturduğumuz eve ise hastayım. Hitchcock'un Arka Pencere Filmi'ni adeta ikiyüz farklı evde yaşıyor gibiyim. Gece olup da camın kenarına oturup her birinde farklı hayatların olduğu evleri izlemek çok hoşuma gidiyor. Bunun adı röntgencilik ya da meraklılık değil.

Ben buna kendi sıradan hayatlarımızın başka evlerdeki yansımalarından esinlenmek diyorum. Yani komşuların olağan salon anları..


Bence komşularla gece ev hallerimizi değiş tokuş etmek de sosyal terapi gibi birşey sayılmalı.

Hem dışarıdaki geceyi eve sokmak hem de tüm mahalle ayrı evlerde aynı anları yaşamak. Bunları izlemek, inanın bana güzel oluyor :)

2 Kasım 2010 Salı

VIP kandırmacası

Uçak yolculuklarında asla Business Class'ı tercih etmediklerini söyleyen Radiohead solisti Thom Yorke " Uçağın önü de arkası da aynı yere gidiyor, neden bir perdeye onca para veriliyor ki ?" demişti bir röportajında.

Aslında düşününce, Hindistan'da bugün kast sisteminin hala devam ediyor olmasına şaşıran biz sözde batılıların benzer sınıfsal ayrımların peşinde koştuğumuzu göremiyor olmamız tam bir komedi.

Internet ortamında ücretsiz hizmet veren oyun ya da arkadaşlık siteleri var. Bu sitelerdeki olanaklardan daha iyi faydalanmanız için size sunulan VIP ya da Gold üyelikleri için para ödemeniz gerekiyor. Yani sıradan biri olarak ücretsiz sınırlı faydalanıyorsunuz, ama para verince olanaklar çoğalıyor.

Bu kabul edilebilir bir pazarlama stratejisi aslında. Üyelik ve kullanımın bedava olması o siteye ilk girişte doğrudan para istenmesinden daha iyi kazanç sağlıyor.

Ancak zaten para verdiğiniz üyelik ya da hizmetlerde bir üst seviyeye geçmek için daha da kesenin ağzını açmak bana kalırsa soyulmaktan farksız. Herkesten daha fazlasını ödeyip üç kuruşluk hizmet almakla kendimizi yükselmiş sanmamız parayı cebe atan firmalar dahil diğer tüm insanların bize enayi gözüyle bakmasına da engel değil üstelik.

Business Class uçmak gibi..

Digitürk'teki Digitürk Plus üyeliği gibi..

Ya da spor salonlarında özel soyunma alanına sahip olmak gibi..

Hintliler bir üst sınıfa ait olmanın gücünü alt sınıfı hor görmekten alıyorlar. Biz kapitalist tuzaklar içinde göstermelik artılar için para saçan insanlar ise bu hazzı yaşamanın yolunu başkalarına fazlasını ödeyerek yaşayabiliyoruz ancak..

Kendimizi VIP sanarak hakikaten üstün ırk olduğumuza inanıyoruz, diyorum ya, gerçekten komedi !

26 Ekim 2010 Salı

Beslendik, barındık ama üreyemedik


İnsan her ne kadar beyinsel fonksyonlarını geliştirebilmiş de olsa özünde bir hayvan, bunu biliyoruz. Ve tüm hayvanlar gibi temel gereksinimleri de barınma, beslenme ve üreme üzerine kurulu.

Barınma ve beslenme üzerine binlerce yıldır yapılanlar tüm acımasız yöntemler ( hırsızlık, adam öldürme, gasp ) nedense üreme özgürlüğüyle kıyaslandığında daha bir hoş görülmüş. Halbuki daha iyi evlerde daha iyi koşullarda yaşamak için bazıları bazılarının yaşam hakkına kadar tacizde bulunulabiliyor ya da dünyada 1 milyar insan açken zengin ülke insanları tonlarca dokunulmamış yemeği çöpe atabiliyorsa bunun kabul edilebilir bir yanı olmasa gerek. Ama üremek söz konusu olduğunda nedense bu tür haksızlıklar hiç olmuyor.

Yani tecavüzlerin, ya da cinsel olarak kötüye kullanmaların nedeninin üremek olmadığını biliyoruz.Bu ancak cinsel tatmin amaçlı, karşı taraftan bebek yapmak niyetiyle bir yaklaşım değil.

O halde neden insanların üreme hakkıyla ilgili her zaman katı bir tutum var ?

Bir kadının evlenmeden çocuk sahibi olma hakkı en gelişmiş toplumlarda bile daha yeni benimsenirken dünyadaki milyarlarca kişi buna kötü gözle bakıyor. Ama neden ?

Bir çocuğun gelişiminde annenin en büyük rolü üstlendiği bir gerçek. E bırakın kadın kendinde o gücü buluyorsa kendi çocuğunu yapma hakkına sahip olsun. Araya sırf görüntü olsun toplum huzur dolsun diye anlaşamadığı bir erkeği sıkıştırmaya ne gerek var ?

Babası daha doğmadan ölen veya annesini terk eden çocukla babası ve annesi hiç birlikte olmamış bir çocuğun ne farkı var mesela, gelişim süreci açısından biri bunu açıklasın.

Bir de çocuğu olmayan çiftlerin taşıyıcı anne ile çocuk sahibi olma seçimine gitmeleri neden bu kadar büyütülüyor onu da anlamıyorum. O taşıyıcı annelerin kaçırılıp zorla baskı altında tutulmadıkları belli. Karnındaki bebek zaten bir başka insanın yumurta ve sperminden oluşan bir cenin. Adı üstünde, o kadın biyolojik olarak bir taşıyıcılık görevini üstlenmiş. E o halde neden bu kadar tantana ?

Neyin nasıl olduğuyla kafayı bozacağımıza sonuca odaklansak daha mantıklı olmaz mı ? Bebeklerin hangi koşullarda dünyaya gelmesinden öte nasıl yetiştirildikleri, ne tür ebeveyn sevgisi ve terbiyesi aldığı kesinlikle çok daha önemli.

Hem başta da dediğim gibi doymak için başkasının ekmeğini çalana, yağmurdan korunmak için başkasının sığınağına göz dikene ses çıkarmıyoruz da dünyaya yeni bir birey getirmek isteyenler neden engele takılıyor, bunu bir daha düşünmek gerek..

28 Eylül 2010 Salı

Bir sözcük iki anlam

Modern sözcüğü dilimizde yeniyi ve yenilikçi gibi manaları çağrıştıran anlamlarla kullanılıyor. " Modern kadın kendi hayatıyla ilgili tüm kararlarda özgürdür..", " Modern binalarda artık alaturka tuvalete rastlanmıyor." gibi..

Oysa İngilizcedeki aynı sözcük "günümüz" manasında kullanılıyor.

Yani " Günümüz kadını kendi hayatıyla ilgili tüm kararlarda özgürdür." ya da " Günümüz binalarında alaturka tuvalete rastlanmıyor." gibi..

Evet..Anlam olarak cuk oturdu ama Türkiye'de bugün bu cümleler ne kadar geçerliliğe sahip acaba, işte orada bir anlam karmaşası var sanırım..

Bir sözcüğü başka dilden Türkçe'ye çevirirken alt anlamları da tekrar gözden geçirmek şart.

Çünkü belli ki, ülkenin gidişatını hepimiz benimsemiş durumdayız artık...

20 Eylül 2010 Pazartesi

İlişki ve duvar bağlantısı

Aslında ilişkiler ve insanların ilişki ihtiyacının tanımı çok basit. Herşey yaslanacak bir duvar arayışıyla alakalı.

İki insanın arasındaki ilişki bir duvar oluşturuyor. Destek duvarı, dayanma duvarı gibi. İnsan gençken ya da çocukken sağlam bir bedene sahip. O yüzden kolay yorulmuyor ve yaslanacak duvar aramıyor kendine. Azıcık yorulsa karşısına çıkan ilk duvara dayanıyor, dinleniyor ve içi kaynadığından oyalanmadan o duvarı arkasında bırakıp yoluna devam ediyor.

Genç yaştaki evliliklerin ya da ciddi ilişkilerin uzun süreli olmamasının temel nedeni bu işte.

İlişkilere göre duvarın da çeşitleri oluyor. Mesela fedakarlığın tek tarafa kaydığı ilişkilerde duvar da o kişinin omuzlarına doğru ağırlık yapıyor. Ya da ilişkinin fiziksel ya da ruhsal tahribata yol açtığı ilişkilerdeki duvar dikenli tellerle çevrili oluyor. Kişi duvara yani ilişkisine yaslandıkça canı yanıyor.

Bir de biten ilişkilerdeki duvar garantisi var. Mesela bir başkası uğruna biten ilişkilerde kadın ya da erkek ancak yaslanacak daha iyi duvar bulduğunda eski ilişkisinden vazgeçiyor. Eğer ortada yaslanacak bir duvar yoksa kişi tek başına ayakta yorulmadan çok fazla dayanamayacağı için yine eski ilişkisine kayabiliyor.

Benim en favori duvarım etten olanlar. Yani bu iki kişinin birbirine tam destek, tem güven ve tam sevgi üçlemesiyle bağlı olduğu ilişki türünün oluşturduğu duvar.

İki kişi ayakta sırt sırta birbirine yaslanmış duruyor. Biri yorulunca ağırlığını diğerine yaslıyor sonra sıra eşine geldiğinde bu sefer öbürü sevgilisini sırtında taşıyor. Her iki tarafda büyük emek harcıyor ama her antrenmanlı atlet gibi ikisinin de sırtları bu ilişkiyi taşıyacak gücü gün be gün arttırabiliyor.

Geçen zamanla da yıkılmaz bir etten duvar oluşuyor.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Silkinmek

" Hiçbir şeye üzülmemek gerek, çünkü hayat çok kısa." dedi arkadaşım. Otuzüç yaşında ve bir seneden uzun süredir kanser tedavisi görüyor. Bu hastalığın her aşamasında her sıkıntıyı yaşamış ve olgunlaşmış biri.

Bana söylemek istediği; kafana hiçbirşeyi takma değil, kafamı rahat bırakmayan şeylerden bir an önce uzak durmak gerektiği. Çünkü o haklı. Yaşarken birçok saçma sapan ıvır zıvırın bizi sıkmasına izin verip sürekli sızlanarak geçiriyoruz günleri.

Savaşmak yerine ağlanıyoruz.

Uzaklaşmak yerine durmaksızın sızlanıyoruz.

Yetmiyor, bir araya gelip hangimizin sorunu hangimizinkini döver diye yarışa giriyoruz.


Arada durup silkinmek gerek. Etrafa daha dikkatli bakmak... Hayat bize sadece başkalarının başına geldiğini sandığımız belaları sarmadan önce ayılmak gerek..

14 Eylül 2010 Salı

Berbat şarkılar geçidi

Yılbaşında bizim evde arkadaşlarımızla toplanmıştık. Öncesinde gece boyu dinlemek için bir iki hafta boyunca kendimce müzik listeleri oluşturmuştum. 2010'a giriyoruz diye 80'lerin, 90'ların ve 2000'lerin en iyi parçalarını harmanlamaya giriştim bir heves.

80lerden parçalar seçerken adeta coştum. 90larda ise kendimi kaybettim. 2000lere geldiğimde de duvara tosladım.


Sanki son on yılda hiç radyo dinlememiş, hiç müzik dergisi okumamış gibi kopmuşum müzikten. Ya da bir nevi kötü müziği o kadar benimsemişim ki kulağımdan giren tınılar diğer kulağımdan çıkıp gitmiş.

Oysa 80lerde ve 90larda türeyen kötü şarkılar benim için adeta işkenceydi. Kolay kolay da kaçamıyordunuz çünkü neden ve nasıl bu kadar sevildiklerini anlam veremediğim bu şarkılar, sürekli her yerde beni kovalıyordu !


Gerçi o zamanın kötülerini 2000'lerdekilerle kıyaslandığında her birinin deha örneği olduğunu da kabul etmem gerek. Ama bu bile hepsini lanetle anmama engel olamıyor.

İşte benim berbat şarkılar listem.

1- Mory Kante "Yeke Yeke" Tüm zamanların en kabus şarkısıdır bu benim için. O incecik tiz ses, arkasına hız motoru takılmış korkunç bir Afrika melodisi ve ortaya çıkan manasız koca bir nota yığını. Dans parçası desen, dans etmek için tutturacak ritm yok. Küfür mü şarkı mı hiç belli değil. Buna karşın herkes öyle bir sevdi ki, Okulda, serviste, televizyonda her yerde eziyet gibi çaldı da durdu aylarca. Bana kalırsa Afrika'nın yüz karası bir lekedir bu şarkı !!
Kalbine güvenen
buradan denesin.


2- Bryan Adams "Everything I do ( I do it for you ) " Aslında idare eder nitelikte bir parça. Hatta ağlak sözleri, bayık melodisi olmasa Bryan Adams'ın görkemli dönüşü bile sayılabilir. Kevin Costner'dan nasıl Robin Hood olurmuş gelin görün şişirmesi yüzünden sanki yüzyılın romantik keşfiymiş gibi her yerde sömürülürcesine o kadar çok çalındı ki fena halde kabak tadı verdi. Daha 90larda bile kusma raddesine getirmişti bu şarkı beni, şimdi bile duyunca dayanamıyorum. Zaten duyguları olabildiğince basitleştirilmiş sözler yetmezmiş gibi, erkek vokal şarkıyı gözümde İngilizce bir arabesk çıktısı haline getiriyor.
Aşka gelmek isteyen buradan dinlesin.

3- Az Yet " Last Night " İtiraf ediyorum, söz konusu müzik olunca fena halde ırkçı olmamada bu beşlinin payı büyük. Düşünün, sevgilinizle özel bir gece geçiriyorsunuz, ertesi gün adam ve dört arkadaşı " Last Night, I was inside of you. Last night I was making love to you." diye size serenad yapıyor. Emimin İngilize bilmeyen bir sürü çift bu şarkıyla düğünlerinde açılış dansı yapmışlardır. Sözlerinden de beteri, şarkı boyunca arkadan gelen zenci uluması şarkıyı benim Çin işkencesi listemde üst seviyelere taşıyor.
Romantizmden korkmayan buradan gelsin

4- Mousse T " Horny " Evet biliyorum, dans parçalarına söz yazmak büyük beceri işi değil. Ama insan dans ederken bile arada sözleri mırıldanmak istiyor. Ve bu şarkıyla tepinirken " Azdım, hem de çok fena azdım !" diye bağırmak hiç işime gelmiyor doğrusu. Normalde dans parçalarının bir diğer güzelliği de etkilerinin saman alevi gücünde olmaları. Ne var ki aa ayıp söz söyledi diye heyecanlanan üç yaş zekası insanlar sayesinde o kadar çok çalındı ki, malesef söyleyeni meçhul ama kendisi pek bir sevilen parçalar listesine girdi bile.
Buyrun buradan dans edin.

5- Kris Kross " Jump Jump" İki veledin iki saniyede üretip bu "şeyi" piyasaya sürdüğünde, tüm dünya bu şarkıyla yıkılırken sanırım ben o gece aynı gezegende değildim. Zira, ergenlikten daha nasibini almamış bebe seslerin jump diye çığırmasından başka hiçbir melodi bulamıyorum ben bu şarkıda. Fakat öylesine bir ritm patlamasıymış ki daha sonra üstüne allama pullama modeli yapıp aynı şarkıyı başkaları bu sefer " Jump Around" diyerek piyasaya sürdü. Üstelik bana yapılan işkencenin açık kanıtıymışcasına bunu yapan grubun adı da House of Pain !
Önce bebeleri buradan bir dinleyin sonra da ağbileri farklı ne katmış buradan bakın. Sonra da bana da bir anlatın, zira ben hala iki parça arasında bir farkı göremiyorum !

1 Eylül 2010 Çarşamba

Erol Taş'ı anlamak

Bir zamanlar televizyondaki herşey gibi yarışma programlarının da kaliteli olduğu bir dönem vardı. Seksenli yılların sonunda TRT'de yayınlanan gene böyle seyredilesi bir yarışma programında görme engelli Hale diye bir kız yarışmıştı. Bilgi yarışmasında her hafta üst üste birinci gelerek bir süre ülkedeki milli kahraman ilan edildi bu kız.

Kimse kız göremiyor diye ona acımıyordu. Tam tersi, kızın akıllı ve bir o kadar da mağrur hali insanları etkilemişti.

Aynı yıllarda Erol Taş'ın ısrarla sadist kötü adamı oynadığı filmler bir hayli canımı sıkıyordu. Köy ağası ya da mafya babası farketmez, adam hangi rolde olursa olsun hep aynı sinir kahkahasını atıp karşısındakileri ezip duruyordu.

Eğlencesine bile olsa içinde Erol Taş'ın olduğu Türk filmlerinden uzak duruyordum.

Son yıllarda ise televizyondaki yozlaşma o kadar alt seviyelere indi ki toplum olarak ahlak değeri de bu senkronizasyonda zorlanmadı.

Güner Ümitlerin, Mehmet Ali Erbillerin sunuculuktan çok kendilerini maymun ettikleri yarışmalara değinmeye gerek bile yok. Her ikisi de zaten kontrolsüz espri güçlerinin kurbanı olup bir gecede kendilerini imha ettiler.

Fakat arabesk anlayışı ve mağdur ratingi hala en çok tutan araçlar. Bunları bir de herhangi bir bilgi veya beceri gerektirmeyen bir formatla harmanlayınca, bu basit yarışmanın bu kadar çok tutması insanı şaşırtmıyor.

Var mısın yok musun'dan bahsediyorum.

Seçme tiplerin para o kutu da mı yoksa bu kutuda mı diye yarışması zaten 0-3 yaş grubuna hitap eden oyunlardan esinlenme, bu belli. Ama olayın yarışmacıdan çıkıp aileye, onların borçlarına, bir zamanlar şöyle iyi olup şimdi böyle kötü olmalarına kadar dayandırılmasına dayanamıyorum.

Hale'yi alkışlayanların bugün oradaki bir tipin işte beşyüz bin yerine teklif edilen doksanbini kabul edip sonra açılan kutudan beşyüzbini kaçırmasıyla kahrolması kadar acınası bir dönüşüm var mıdır acaba ?

Gerçi dönüşüme uğrayan ekrandaki bu duygusallık pompalamasına kananlar değil sadece.

Altı aylık birikmiş kira borcu ve kazanacağı parayla ev alacağını söyleyen yarışmacıya bakıyorum. Tüm stüdyonun birbirine kenetlenerek ona destek verdiği, nefeslerin tutulduğu anın sonunda kutudaki büyük parayı kaçırdığı anı gördüğümde kahkahayı patlatıyorum.

Hayal kırıklığından öte sanki dünyalar başlarına yıkılmış halleri karşısında gözlerimden yaşlar gelerek gülüyorum.

Ağlanıp sızlanan insana çabalayan insandan daha çok değer verildiği düzenle dalga geçiyorum. Reklam değerlerini arttırmak için kendilerini piyon olarak kullandırılmasına izin verenlerin ekrandaki yüzlerine gülüyorum.

Yıllar önce sakındığım Erol Taş oluyorum ve
Nihahahaaooaa ( Youtube örneğinde görüldüğü gibi ) diye ortalığı inlettiğim o pis kahkahanın dayanılmaz hazzını ruhumda yaşıyorum.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Saçma işler ülkesi

Halkın kullanımındaki kapalı alanlardaki tek yasağın sigara içmek olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Türkiye'de çok uzun zamandır halka açık binalarda " elini kolunu sallayarak giremezsin" diye kural uygulanmakta. Okul, işyeri, devlet dairesi, aklınıza gelebilecek her yerde işte bu aletin içinden geçmemiz gerekiyor. Ve kimse de nedenini sorgulamıyor.

Açık alanlarda havaya silah sıkmak tamam ama kapalı alanlarda silahını kullanamazsın uyarısı mı bu acaba ?

Ya da girdiğiniz binayı patlatabilirsiniz ancak metal içerikli bomba kullanamazsınız mı ?

Yoksa sokaklarda Fight Club misali binaları patlatma potansiyeli yüksek insanlar var da ve bunların dedektör alerjisi sayesinde mi binalarda güvendeyiz ?

Size en basit örneğiyle bizim şirketin binasını anlatayim. Alışeriş binası tarafından girmek isterseniz iki giriş katında güvenliğe rastlıyorsunuz, ama alt otoparktan doğrudan süpermarkete girerseniz burada ne güvenlik görevlisi var ne de her hangi bir cihaz.

E ne bu şimdi ?

Ama aynı bina aklınca güvenliği o kadar sıkı tutuyor ki, ofise çıkmak istediğinizde önce alışveriş merkezinin güvenliğinden geçiyorsunuz, ardında on adım atıp ofis binasının güvenliğinden..

Üst katta dedektörler sizi duble tararken altta süpermarketten giren her kötü niyetli istediğini yapabilecek durumda.

O halde neden bu saçma aletlerden geçmemiz gerekiyor ? Sonra da kanser vakaları çok arttı diye geyik yapıp duruyoruz. Bu aletler nedir, ne kadar radyasyon yayıyorlar, kontrolleri ne sıklıkta yapılıyor, yan sanayi mi yoksa orjinal cihazlar mı hiçbir bilgimiz de yok.

Ayrıca bu cihazlar gerçekten kötü bir niyeti ne kadar uzak tutabiliyorlar kapalı yerlerden o da esas konu.

Kısaca herşeyde olduğu gibi bu güvenlik saplantısında da saçma bir ülkedeyiz..

19 Ağustos 2010 Perşembe

Yeni bir insan türü

İlle De Roman Olsun Kitap Kulübü'nde son okuduğumuz kitaptan sonra aslında yeni birşey fark ettim. Üç maymunluk halinin artık değişim göstererek bir üst seviyeye dönüştüğünü.

Şöyle..

Eskiden bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyenler, sustukça sırası hala gelmeyenler, işinde gücünde olup kimseyle bir alıp vermediği olanlar hep huzurluydu. Kendi dertlerinden başka sorunu olmadıkları için, hiçbir şeye büyük çerçeveden bakamadıkları için kaygıları da ufak olurdu bu insanların. Sanardık ki asıl tehlike bunlar. Oysa beteri gelmiş yeni görüyorum.

Yeni neslin adı iyimser kandırıkçılar. Ya da hayalci saflar. Belki daha sert bir tanımla duymak istediklerinizi size pazarlayanlar..

Basitçe anlatmak gerekirse doğru söyleyeni dokuz köyden kovanların başını çektiği türdür bu insanlar. Ortada olan gerçeği biri cesaret edip de açıkça dile getirdiğinde bunlar hemen karalamayla var olan gerçeği pembeye boyarlar. Ya da daha da ileri gidip sanki o gerçeğin acı tadından onu dile getiren sorumluymuş gibi hedef oklarını zavallı dürüst ve cesur insana yönlendirirler.

Örnekle anlatmak gerekirse de aksiyon planları şöyle sıralanabilir.

- Aylardan mayıs, biri bu sene kurban bayramı dokuz gün yaşasın diye galeyana gelir. Diğeri çıkıp altı ay sonraki tatilin hayalini şimdiden mi kuruyorsun der ve hemen bizim iyimser kandırıkçı çıkar " Sen de ne kötümsersin, ne güzel tatil var işte, mutlu da mı olmayalım !" diye öbürünü paylar

- Denizfeneri Derneği'nin sadece Kanal 7'de tanıtılmasından şüphelenen ve bu yüzden bu derneği samimi bulmayan biri vardır. Almanya'daki aynı isimli derneğin savcılık soruşturmasına takılmasının ardından " Bu adamlar da insanların vicdanlarını kullanıp toplanan parayla yardım değil belli bir amaca hizmet etmişler" diye saydırırken bizim hayalci saf çıkar gene sahneye ve der ki " Dernek paranın hepsini hortumlamış değil, ihtiyacı olan bir çok zor durumdaki insana da yardım ediyor, neden bu kadar önyargılı yaklaşıyorsun ?" diye suçlar hemen

Görüldüğü üzere Kral Çıplak diye bağıran insana karşı linç kuvvetlerini salabilecek güçtedirler.

Bir diğer tehlike dokuz köyden kovulduktan sonra artık çekip giden dürüst insan da ortalıktan çekilden sonra gerçekleşir. Çünkü meydan bunlara kalır.

Ve bundan sonrası duymak istedikleriniz şeklinde devam eder.

Siz öğrenciyken kötü bir sınav sonrası sırtınızı sıvazlayıp " Boşver benim de kötü geçti zaten sınav." diye teselli edenlerdir bunlar. Perhize başladığınızda " Sen zayıfsın zaten, gel işte kebapçıya gidelim, pide yemezsin sadece et ye." de derler. Hoşlandığınız bir kişiyle ilgili " Bence kesin o da senden hoşlanıyor, daha iyisini bulamazsın, hemen atla " diye gaza getirip başınızın ağrıdığı bir akşam siz evde yatmaya hazırlanırken " Seninki stresten sadece, çıkalım içelim gör bak hemen gevşeyeceksin." diye ısrar edenlerdir.

Günü kurtarmanın daha çok işimize geldiğinin hepimizden çok daha iyi farkında olup uzun vaadeli hedeflerden bizi fena halde uzaklaştırabilirler.

Bu da benim yeni yeni gördüğüm bir insan modeli işte. Paranoyak yanımın bir ürünü de olabilir tabi ama ben gene de inanıyorum, etrafımızda çok fazla var bunlardan !

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Yalnızım ülen !

İş arkadaşlarımdan birinin oğlu üstün zekalı. Dolayısıyla çocuğun eğitimine ayrı bir özen gösteriyorlar. Aslında dolayısıyla dedim ama ailenin çocuğun eğitimine ayrıca ilgi göstermesinin sebebi zeka seviyesinden en iyi şekilde faydalanması değil de daha çok çocuğun yaşıtları arasındaki yalnızlığını gidermek.

" Oğlum Plüton'un gezegenlikten çıkarılmasıyla ilgili konuşmak istediğinde yaşıtları çocuğa garip garip bakıyor." diye yakınıyor annesi. Çaresi de iyi bir okulun özel üstün zekalılar sınıfı. Sonuçta hepsi aynı dili konuşan bir grup çocuklar sınıfı.

Ben de o çocuğun Plüton geyiğindeki yalnızlığını duyuyorum içimde. Tabi üstün zekalı olmadığım için benim bir özel sınıfım da yok. Ama gene de ben de Plüton'un güneş sistemine son katılan ama kısa sürede uyduluğa düşürülen gezegen kariyerini doyasıyla konu etmek istiyorum muhabbetlerimde.

NTV'deki Life belgeselini seyrettikten sonra yumurtalarını korumak için altı ay aç bir halde nöbet bekleyen ahtapotun tam da yavruları yumurtadan çıkarken ölümü karşısında duyduğum hüznü benimle paylaşacak kimsem de yok.

En basitinden, bir gün piyangodan para çıkarsa hayalleri kurulurken o parayla Afrika'ya gider, hem gezip hem de köle ticaretine karşı Birleşmiş Milletler'de gönüllü çalışırım diye kendi fikrimi ortaya koyduğumda ise bana anlam veren bir kişi bile çıkmıyor şu alemde.

Televizyonda Türk dizisi ya da maç, gazetede futbol ya da Kelebek, Internet'te de Facebook'un ötesine geçememiş insanlık içinde yalnızım ben dostlar, çok yalnızım !

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Amatör çekim temalı korku filmi klişeleri

Yaklaşık on yıl önce The Blair Witch Project ortaya çıktığında korku ve gerilim sinemasının hala ölmediğinin iyi bir ispatı gibiydi. İki erkek ve genç bir kızla bir amatör kameranın bileşkesinden ortaya ancak porno çıkar genellemesini de farkında olmadan silmişti.
Aynı zamanda Carpenter'ın Halloween'inden sonraki en ucuz maliyetli ama süper gişe getirili ilk korku filmiydi.


Kısacası The Blair Witch Project, ortaya çıkış fikri, yapımı ve görüntüleriyle tam bir deha ürünüydü. Ve yıllarca komedi filmleri dışında kimse ona bulaşmaya cesaret edemedi.

Sonrasında artık Hollywood senaristlerinin grevi midir yoksa ekonomik kriz midir, sebebin ne olduğunu bilemiyorum ama Blair Witch türevi filmler üstelik de çok parlak fikirlermiş gibi yeniden pişirilen senaryolarla önümüze serilmeye başladı.

Hadi Hollywood zaten son on yıldır kendini tekrarlayan bir kısır döngüye girdi; sadece korku değil hiçbir türde iyi bir örnek çıkaramaz oldular. E peki Avrupa sineması neden böylesi bir trendle gaza geldi anlamış değilim.

Bakınız İspanya'dan Rec filmi. Güya kamera amatör değil ama çekimleri amatör bir film. Çünkü filmde itfaiyecilerle ilgili bir program çeken televizyoncuların çekimlerinden izliyoruz olan biteni. Aslında film değil de tiyatro demeli. Zira bütün film içine girdikleri anda karantinaya alınan bir apartmanda geçiyor.

Her korku filminde olduğu gibi başta ne olduğuyla ilgili soru işaretleri yüzünden gerilebilirsiniz. Mesela aşağıdaki gibi bir sahne oldukça gerçekçi de gelebilir. Ancak herşeyin insanları kuduzla zombi arası bir moda sokan virüsten kaynaklandığını anlamanızla bütün tempo düşüyor. En çok da bütün apartman halkının panikle bir aşağı bir yukarı katlara koşturması bir hayli bayıyor.


Sonunda karşınıza korkunç olması beklenen böyle bir surat çıkınca da kös kös ekrana bakıyorsunuz. İspanyolca bağrışlar, bir aşağı bir yukarı koşturan halk ve bir apartman dekorunun heyecanı ancak buraya kadar işte..

Felaket filmlerini sevenler için Cloverfield bir başka gençlik ve amatör film seçkisi. Hatta tam bir klişe olan "herşey bir partide başladı" girişi bile var.

Bir anda bir patlama ile sokaklarda koşturan insanlar ve caddeye düşen Özgürlük Heykeli'nin o dev kafası. ( Evet film New York'ta geçmektedir ve her New York temalı film gibi gene kadıncağızı rahat bırakmamışlardır)

Çekimler amatör, sahne New York olunca Cloverfield neredeyse Godzilla'nın bir gömlek üstü diye bile tanımlanabilir. Tıpkı onun gibi ilk sahnelerde yaratığı tam olarak görememek ama saçtığı dehşeti yakından hissetmek hiç de fena sayılmayacak bir karbon kopya.

Ama gelin görün ki başroller arasındaki fark filmin de kalitesini ortaya koyuyor. Solda bizim eski dost Godzilla ve onun o her zamanki karizmatik duruşu. Sağda ise eciş bücüş ne olduğu bile anlaşılmayan akraba evliliği ürünü adsız tipleme !















Gelelim yılın en şişirme korku filmi Paranormal Activity'e. Ben bu filmde insanlar ne buldu ve yapımcılar nasıl gaza geldi de ikincisini anında çekirverdiler işte burada kendimden şüpheye düşüyorum.

Belki Entity'i izlememiş olabilirsiniz. Zamanın sıkı korku filmlerinden biri olan bu filmde bir kadını saplantı haline getiren görünmez bir varlığın neden olduğu olayları izleriz. Her halde eski olduğu için unutulduğunu sanan bazı akıllılar Paranormal Activity ( adı da süper bir yaratıcılık ürünü yani ) ile işte bu eski donmuş yemeği mikrodalgada ısıtıp önümüze koymuş oldular.
Hoş, Godzilla'nın daha mezarında kemikleri çürümeden Cloverfield çekildiğine göre Entity'den otuz yıl sonra Paranormal neden olmasın ki ?

Her neyse, bu filmde de gene bir kadın ve ona takık bir şey var. Ruh mu neyse artık her gece kız ve erkek arkadaşı uyurken varlık göstergeleri sunuyor. Film bunları kaydetme hırsına kapılan erkek arkadaşın özellikle yatakodası kayıtlarıyla dolu. Gündüz az biraz gerginler ama geriye kalan bütün film işte bu alttaki sahne ile geçiyor. Uyuyorlar ve çat birşey oluyor. Olan da öyle duvarlar çatlıyor, yer yarılıyor değil. İşte anahtarlık düşüyor, aşağıdan " pat " sesi geliyor gibi gereksiz şeyler.


Blairwitch bize her amatör çekimin porno olmadığını gösteriyorsa Paranormal Activity de amatör çekimli bir filmin dörtte üçü yatak odasında geçse bile gene de erotik hiç bir çağrışım yapamayacağını anlatıyor. Zira uyuyan ve uykusundan gürültü ile sıçrayan bir çifti izlemekten artık kendinizi röntgenci zannetmeye başlıyorsunuz.

Bu da bayık Paranormal yatak sahnesi ile Entity'de kendisine musallat olan varlıkla mücadele eden kadının gene bir yatak sahnesi.



Aradaki fark şunu gösteriyor ki aynı yatak sahnesini çekmek otuz yıl sonra yatakodasının bütün heyecanını söndürüyor :)

16 Temmuz 2010 Cuma

Benim ütopya

Komünizmi deneyen tüm ülkeler yüzünden güzelim yönetim biçiminin adı kötüye çıktı.

Örneğin SSSCB ve onun Doğu bloğu kardeşleri, yıllarca tüm dünyaya o suratsız Slav soğukluklarıyla tehdit oluşturdular. Yetmedi, kendi vatandaşlarının da seyahatten, beslenmeye, iş seçiminden yaşamak istedikleri kentlere kadar her konuda kısıtlama getirdiler.

Haliyle çöküp gittiler..

Bugün bir avuç Komünist görünümlü ülkeye bakınız.

Mesela bir tarafta kendi kendine yetmeye çalışıp eski SSCB ağbisinin izinden gidip gene ona buna nükleer kafa tutan bir Kuzey Kore var. Halkı enerji kıtlığında, dünyadan kopuk tamamen hayali dev Kuzy Kore hayatı sürerken devlet başta Güney Kore olmak üzere tüm gezegeni patlatmakla tehdit edip duruyor.


Çin var bir de güya komünist diye geçinip en büyük kapitalist çarkı döndürüyor. Milyarlık iş gücünü insan haklarını yok sayarak paraya dönüştürüyor ve dünyaya pazarlıyor. Hem de en dandik kalitede ürünler halinde.

Hala Castro'nun ülkesi sanılan bir Küba var. Fidel Castro'nun aslında çoktan öldüğünden habersiz, kardeşinin diktasında uyuşturulmuşluk içinde yaşayan ve nefesi açlık kokan bir garip halk ülkesi. Şehir değiştirmenin, et yemenin yasak olduğu kendini dünyaya kapamış ama fakirlikten dünyanın turistini havaalanında özel doktorlarla koşarak karşılayan bir devlet anlayışı var Küba'nın. Ama halk çok mutluymuş öte yandan !

Madem her yönetimin böyle garip komünizm anlayışı var, o halde ben de kendi komünist ütopyamı oluşturuyorum.

Benim takıntım kimse başka ülkere özenmesin, işte başka ülkelerin kaynaklarına muhtaç kalmayalım değil. Ben doğrudan ülkedeki iş gücü kaybından şikayetçiyim. Hafta içi günlerde orada burada gezip saçma sapan konuları kendilerine dert edinenlere derman peşindeyim.

Benim ülkemde hafta içi mesai saatlerinde herkes çalışacak arkadaş ! Öyle kafelerde, restoranlarda, sahillerde boş boş takılmak yok ! Biz köle gibi çalışırken diğer herkes de köle gibi çalışacak, o kadar !

Ondan sonra hafta sonu gider Monaco'da F1 rallisi mi izler, akşam Bebek Luca'da milletle kesişip kokteylini mi yudumlar ya da Türkbükü'nde eller havaya mı oynar beni ilgilendirmez. Ben pazartesi sabahtan cuma akşamına kadar herkesin hayatına el koyuyorum.

Böylece biz de çalışırken şimdi millet piyasada, biz bu havasız ofiste diye ağlanıp işimize olan yoğunlaşmamızı da kaybetmeyiz.

Bu kadar basit işte.

Bu da benim ütopya :)

13 Temmuz 2010 Salı

Hizmet sektörü kölesi

Para kazanma alışkanlığımız para harcama alışkanlığımızdan çok sonra geldiği için sanırım bazı gerçekleri görmekte geç kalıyoruz.

Parayı kolay elde etmek, zamanla zor sürece girince miktardan bağımsız olarak paranın gözümüzdeki değerinin arttırıyor. O yüzden sanırım benim de para kazanan insanlara karşı bakış açım çalışma hayatıyla birlikte bir hayli değişti.

Özellikle hizmet sektörü çalışanlarına...

Zira, benim gözümde dünyanın tek tutarsız ve dolayısıyla en zor yaratığı olan insanı memnun etmek için çalışan ağır yük işçileri hepsi de.


Öğrenciyken bahşiş denen şey sadece sinemada yer göstericilere verilmesi zorunlu bir alışkanlıktı benim için. O da salonun karanlığından istifade edip adamların eline yükte ağır ama pahada ucuz bozuklukları sıkıştırıp sıvışmak anlamına geliyordu.


Oysa bugün hizmet aldığım her insana karşı müthiş bir çekince duyuyorum. Restoranlarda garsonları tatmin edecek bahşiş bırakmazsam içeri girerken gösterdikleri güler yüzü beni uğurlarken göstermeyecekleri paranoyasına sahibim. Benzincideki adam, arabanın camlarını sildikten sonra ona bahşiş vermezsem arkamdan beddua eder ve yolda kesin başıma bir şey gelir batıl inancıyla doluyum. Eve verdiğim yemek siparişini getiren motokuryeye para üstünü iade etmezsem de kesin yemeklerden zehirleneceğim inancı sabittir.

Tabi bu işin abartılı tanımı. Ama bahşiş denen o üç beş kuruşa bakış açım kesindir. Üstelik yalnızca bahşişle de kalsa iyi.

Sürekli seyahetlerimin olduğu dönemde kaldığım otellerde görmüştüm ki özellikle temizlik görevlileri sizi gördüklerinde mutlaka gülümseyerek selamlıyorlar. Biliyorum, bu otellerin çalışanlar için koyduğu bir kural. Ama bence biz misafirler için de otelin bize vermek istediği bir mesaj. O yüzden de
süper dağınık bir insan olmama karşın kaldığım her otel odasını temiz bırakmaya özen göstermişimdir. Asla çöpleri ya da havluları yere atmamak, yorganı ve yatağı daha düzgün bırakmak ve hatta " Odanızı ... temizledi" şeklinde not varsa altına da teşekkürler diye yazarak otelden ayrılmak bir nevi hobi oldu bende.

Çünkü bana göre yüzyüze baktığınız ve hizmet aldığınız insanların hakkınızda kötü düşünmesinden daha kötüsü, sizi hiç görmemiş ama sizin için temizlik yapmış görevlilerin arkanızdan saydırmasıdır.

Arabanızı yıkamaya bıraktığınız yerde hiç oturup beklediniz mi ? Arabaları yıkayarak para kazanan o insanların bile arabaların kirlilik derecelerine göre araba sahiplerinin arkasından " Adam amma da pisletmiş arabayı ya.." diye söylendikleri bir dünyada yaşıyoruz.

Belki de ben abartıyorumdur ama etrafımızı saran bu hizmet sektörü ağının çoğu görünmez çalışanlarına birer kahraman gözüyle bakmazsam ,günümün gene de iyi geçeceğine kimse beni inandıramaz. Hatta belki de daha mutlu bir dünya için hepinizin benim gibi düşünmesi gerekir, kimbilir :)

28 Haziran 2010 Pazartesi

Cittaslow arayışı

Cittaslow, yani yavaş şehir. Adı bile insana huzur veren bir çağrı gibi. Ya da ben hakikaten yaşlanıyorum.

İtalya'dan başlayan bir akım olduğu için bu yarı İtalyanca yarı İngilizce tanımın altında yatan aslında bir nevi yerel değerleri korumaktan geliyor. Yani nufüs yerleşimi çok kalabalık olmayan, çoğu yolu trafiğe kapalı, global zincir mağazalardan tamamen arındırılmış, doğal tarımcılık ulgulayan; kısaca yüzde yüz ait olduğu bölgenin birer kültür temsilcisi ufak şehirler bunlar.

Ve de ciddi bir turizm potansiyeli..

Dünya'da son on yıldır deliren teknoloji, sapıtan çalışma saatleri, ancak uyku ve uçak modunda kaçınılabilen sürekli bağlantılık halleri yüzünden bu Cittaslowlara yönelme de hız kazandı. Bir diğer değişle insanlar tatilleri için bu kentlere koşuyorlar artık. Dünya'da hemen hemen her ülkede mutlaka da mevcut bu kentlerden.

Aslında Türkiye'de İstanbulluların istilası altındaki Bodrum, Çeşme ( özellikle Alaçatı), Marmaris ve Göcek'i saymazsak tüm sahil ilçeleri birer Cittaslow adayı. Ancak bu ünvanı almak için ilk ve tek girişimde bulunup logoyu kapan yer Seferihisar.

Oysa Kaş, Side, Foça, Bozcaada, Gökçeada, Datça, Didim diye saymaya başlayacağım tüm sahil şeridi uyanmalı ve Cittaslow ünvanını almak için hemen başvurmalı.

Başta da dediğim gibi insanın bedeninden önce ruhunu dinlendirme ihtiyacına girmesi artık yaşlanma belirtisi olmalı. Ya da hayat artık tüketme hızını ikiye katladığı için bundan beş yıl önce süper sıkıcı ve durağan diye algılanan yerlerin şimdi ilk tatilimde kendimi teslim edeceğim yerler olması hiç de üzüldüğüm bir şey değil. Tam tersi, bu arayıştaki başka bir yığın insan olmalı ki bize bilmem kaç yıldızlı otel seçeneklerine inat bu Cittaslow hizmetini veriyorlar.

Daha fazla bilgi için buyrun: http://www.cittaslow.net/

14 Haziran 2010 Pazartesi

Ne olacak bu Rusların hali ?

Çeşme`de upuzun sahili olan güzel bir plaj vardır. Kum Beach. Tatil beldesinin sakin ve nezih bir köşesi de denebilir. Aslında Çeşme`nin geçmişi düşünüldüğünde burası bir hayli yeni sayılır.

Bir gün isimleri anmaya değmez zengin iki Rus adam, tekneleriyle bu plajın yakınlarından geçerken içlerinden biri buraya uzaktan bakar ve hiç de fena değilmiş der ve hemen o dakika plaji satın alır.

Yatırım için mi ? Elbette hayır, uzaktan bakıp hoşuna gittiği için sadece.

Diğer Rus iş adamı ise herhalde diğer arkadaşı kadar zengin değil ki sadece Çeşme`de bir otelde konaklayarak tatilini geçirir. Yanında çeşitli Rus köylerinden topladığı seçme on kızla birlikte tabi. Ayrıca kaldığı süre boyunca her akşam saat yediden sonra otelin SPAsını kendisine kapattırır. Öyle ki sizin otelde kaldığınız o bir hafta boyunca odanıza hep şu not bırakılır " Tadilat nedeniyle SPA bölümümüz akşam yediden sonra hizmet verememektedir."

Gerçi otel de haklı. Saati yüz Avro olan masaj almak yerine bütün SPAyı kendi keyfine bağlamak ciddi bir onarım gerektiriyor olmalı.

Benim bu iki adamla her hangi bir sorunum yok. Böyle istediği zaman istediğini elde edebilecek bir güç ürkütücü olmalı. Ama istediği zaman istediğini alabilecek parayı düşlemek bana bir hayli acınası geliyor.

İşte biz Türk insanındaki son on yılda oluşan Rus algısı da bunun yarısından ibaret. Diğer yarısı da bir seksen boyunda sutün bacaklı sarışınlardan oluşuyor.

Nasıl bir ülkeyse erkekleri süper zengin ama çirkin, kadınları ise süper güzel ama fakir. Yer yüzünde hakikaten böyle bir halk var mıdır ? Yoksa tıpkı bundan elli yıl önce Almanya'ya giden Türkler sayesinde, Avrupa insanında oluşan imajımızın bir gün sizin de Türk olduğunuzu öğrenmeleriyle yaşadıkları dumura eş değer midir bu da ?

Belki de soruyu yanlış sordum. Rusların hali zaten ortada. Asıl bizim bu adamlara bakıp iç geçiren halimizin sonu ne olacak onu sormak lazım herhalde.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Germe beni gurme !

Modern hayatın seçme saçmalarına bayılıyorum.

Mesela bundan yüzyıl öncesine kadar çeşnicibaşı diye bilinen bir meslek vardı. Günümüzde yemeklerin zehirleme riski kalmayınca bu adamlar işsiz kalmasın diye e hadi bari yemek güzel mi, tadı tuzu yerinde mi, bakıp onu söyleyiversin diye dönüştürülmüş bir meslek çıkardı karşımıza. Gurmelik !

Elbette hiçbir meslek grubunu küçümsediğim yok, gurmeliği bile. Sadece özellikle hafta sonu eklerinde koca koca sayfalarda yer kaplayıp televizyonların en ucuz maliyetle karşımıza çıkardığı programlarda kitleleri tamamen subjektif yorumlarla peşlerinden sürükleme amacı hoşuma gitmiyor bu amcaların.

Zaten gurmelik bir meslek midir yoksa bir yetenek midir daha o belli değil. Bakıyorsunuz bir gazeteci, bir iş adamı ya da sanatçı sanki yapacak başka birşeyi kalmayınca jübilesini gurmelikle ilan ediyor gibi. Burada sorum şu, varsa bilen söylesin: Hayatının kırk yılını aşcılık yaparak geçirmiş bir gurme var mıdır mesela ??

Bir de iyi bir iş adamı diye bildiğimiz kimsenin ağız tadının bizimkinden daha gelişmiş olduğuna neden inandırılmaya çalışıyoruz ? Haftanın beş günü öğle ve akşam dışarıda ve hatta farklı kentlerde iyi restoranlarda yemek yemiş olmak bir insanı gurme mi yapar yoksa gidilecek restoranlar hakkında tavsiyelerde bulunabilecek insan mı ?

Yemek ki insanları birbirinden ayıran en temel zevk meselesi, nasıl oluyor da karşılıklı oturup bir yemek yemişliğimiz olmayan adamların lafına uyup hayatımızda gitmediğimiz yerlere iteleniyoruz ?

Açıkçası ben dışarıda yemek için gideceğim yerleri seçerken sadece ağız tadı benimkine yakın insanların lafını dinlerim hep. Bazen insanın ailesi ya da en yakın arkadaşı bile bir yemeğin yağı konusunda sizinle aynı fikirde olmayabiliyor çünkü. o halde neden kendini gurme ilan eden bu çok bilmişlere kanıp güzel bir yemek keyfini kabusa dönüştüreyim ?

Zaten asıl soru da bu. Bir yeri iyi yapan nitelik, kitlelerin orayı seçmesi midir yoksa sizin ama sadece sizin oranın yemeklerinden mutlu olmanız mıdır ?

Herkesin koşarak gittiği bir restoranın yemeklerinden hoşlanmadığınız için de kendinizden şüpheye düşmeyin. Önce kendi zevkinize sonra da en yakınlarınız içindeki sizin ideal gurmenize güvenin.

Bu adamları da bırakın yazsınlar, güzel sofralarda pozlarını versinler, yeter ki bizden uzak dursunlar !

27 Mayıs 2010 Perşembe

Fıkra

Geçen yıl bu zamanlar, hafta içi bir akşam spor salonundayım. Çıkmak için koltuklara oturmuş eşimi bekliyorum.

Yan koltukta oturan bir genç adam, önümüzden gelen geçenlerle laflıyor. Bir süre sonra fark ediyorum ki muhabbetin konusu aslında aynı: Su Ada'da verilen bir parti.

" N'aber ağbi, akşamki White Party'e geliyor musun ?" diye soruyor. İnsanlar hayır diyor.

Beyaz giyinmişlere " Vayy White Party'e mi ?" diye atlıyor, yine hayır yanıtını alıyor.

Takılacak kimseyi bulamayınca cep telefonunu çıkarıp aramalara başlıyor.

İlk şahısla görüşme:

" N'aber ağbi, ne yapıyorsun ?.... Nee, evde misin ? Ne yapıyorsun ki ?..... Ya boşver gel hadi white party'e gidelim.... White Party ! white party ! Suada'da...Ya hadi bee, amma domestik adamsın....İyi aman be hadi bay bay !."

İkinci şahısla görüşme:

" N'aber nasılsın ? Ne yapıyorsun ? Benim ya tanımadın mı ?... Telefonunda kayıtlı değil miyim yani ???.."

Bu işin sonunda artık bana teklif etmeye kadar düşecek diye korkmaya başlıyorum. O sırada önümüzden geçen birine daha takılıyor.

Bizimki daha sormadan diğeri akşamki White Party'e gideceğini söylüyor.

Bunun üzerine yanımdaki adamdan çıkan laf:

" Ha öyle mi, belki ben de uğrarım daha karar veremedim."

Tabi artık benim gülme sıram geliyor.

İnsanın gözünün önünde bir fıkranın canlandırılması böyle bir deneyim olmalı..

25 Mayıs 2010 Salı

Zombilerden uzak

Zombi filmlerinden oldum olası hoşlanmam. Çünkü kendim için kaçınılmaz olan sonu görürüm o filmlerde hep.

Bu tür filmler, ortak bir saçmalık taşır. Dünya nüfusu hızla insanlıktan çıkarken hala elektrik vardır, cep telefonları çalışır ve hatta Internete bile erişim sağlanabilmektedir. İnsanlar zombilerden kaçarken bir kısım hala elektrik ya da operatör santrallerinde işlerini sürdürüyor olamazlar herhalde.

Ama filmleri daha da iç sıkıcı hale getirmemek için sanırım bu ayrıntı hep görmezden gelinir. Çünkü şurası kesin ki günümüz medeniyetini tanımlayan enerji ve iletişim kaynaklarını bir gün için dahi insanlığın elinden alsanız, her türlü zombiden daha da dehşet saçarsınız.

Teknoloji hayatı oldukça kolaylaştıran ve hatta muhteşem denebilecek bir düzen. Ancak sadece var olduğu sürece.

Bugün benim cep telefonumla bilgisayarım çökse ve ben ev ya da işimden uzakta bir yerde olsam, tam bir psikolojik savaş içinde bulurum kendimi. Çünkü çocukluğumun aksine bugün ne ailemin, ne eşimin ne de yakın bir arkadaşımın telefon numarasını ezbere biliyorum. Hatta e-posta adresleri bile yarım yamalak duruyor aklımda.

Eskiden telefon numaralarını bıt bıt tuşladığımız için bakkaldan bilmem ne teyzemize, nerden baksanız on kişiye kadar insanın numarasını hafızada tutma beceremiz vardı. Artık bilgisayarlar sayesinde kalem tutmayan eller, cep telefonları sayesinde numara tuşlama diye bir fonksyondan da uzaklar. Hal böyle olunca kafada hiçbir numara kalmıyor tabi.

Aslında o kadar uzaklara gitmeme de gerek yok.

Araba yolda bozuldu diyelim. Cep telefonumun şarjı bitik. Yoldan geçen arabalara el kol işareti yaptım, hadi bir araba durdu. Ee, diyecek şahıs, buyrun cep telefonum arayın istediğinizi. Ne diyeceğim," Ya siz SİM kartınızı çıkarsanız da ben benimkini taksam da öyle arasam, ben kimsenin telefonunu bilmiyorum da ezbere..."

Teknoloji bağımlılığı değil; teknolojiye teslim olunmuş bir tembellik benimkisi. Bu şaşkınlık da beni ilk zombi saldırısında kurban gidecekler listesine sokuyor. O yüzden izlerken kendimi o uyuşuk yaşayan ölülere yem olan salaklardan biri gibi görmekten hep nefret ediyorum.

Yani demek istediğim aslında sevsem de kendi rezilliğimi gördüğüm için korkutucu geliyor bu zombi filmleri bana..

20 Mayıs 2010 Perşembe

Fenerbahçe'li ya da Baykal olmak

Şurası kesin ki ne Baykal ne de FB taraftarı olmadıkları için şükreden bir yığın insan var artık aramızda. Nasıl bir uğursuz haftaysa ülkenin üçte birinden fazlası hayata küstü, diğer kesim de inadına üstüne gidiyor bu insanların.

Her iki taraf için de bir düşüş söz konusu. Baykal, yıllardır çevresindeki yardakçıların dışındaki kimseyi dinlemeden inadını sürdürmesinin acı sonucunu yaşıyor . " Madem gitmezsin biz de seni rezil etmesini biliriz " mantığıyla bel altı sataşmasına kurban verdi kendini. Şimdi evine kapanmış, oyunda haksızlık gördüğünü iddia eden küskün çocuğu oynuyor.

Kader kurbanı mı Baykal ?

Elbette değil, tam bir etme bulma dünyası hikayesi onunki.


Peki FB taraftarının acısının nedeni sadece diğer takım taraftarlarının fena sataşmaları mıdır ? Açıkçası sanmıyorum. Şampiyonluktan başka seçeneği kabul bile etmeyen bir kitlenin, stada giderek kendilerini timsah terbiyecisi ilan ettikten sonra timsaha yem olmalarını ekranlardan izlediğimiz anda patladı herşey.

Kimse hiç şampiyon olmamış bir takımın gerisinde kalıp şampiyonluğu Bursaspor'a kaptırdıkları için dalga geçmedi onlarla. Alt tarafı bir puan yüzünden kaybedilen bir yarış söz konusu aslında. Üstelik dalga geçenlerin takımları on puan geriden geliyorlar.

Bence asıl trajedi sahadaki o taraftarın, şampiyonluk kutlamasını rakibiyle alay ederek yapmasıydı.

Öte yandan FBlilerin neden evlerine kapandıklarını, işe gitmeyerek, telefonları açmayıp kendilerini sosyal hayata kapadıklarını anlayamıyorum. İlk gece şok yaşandı ama ertesi gün artık gelen sataşmalara karşı kalkan geliştirmeleri gerekirdi diye düşünüyorum.

Bununla ilgili Attila hatırlar, aramızda şöyle birşey geçmişti.

Onun uçuş ve seyahatlerini planladığım bir pozisyonda çalıştığım senelerdi. Bir Helsinki uçuşunda aslında normalde her hangi bir transfer ayarlama adetim olmadığı halde bir şaka yapayim dedim.

Taksi rezervasyonu yaptım ve ona da alanda seni elinde tabelayla karşılayacaklar dedim. Gece geç varıyorsun falan bekleme diye de destekledim.

Taksi firmasına Attila'nın isim ve soyadını vermek yerine o sıralarda ona sürekli seslendiğim gibi " Yamuk Kafa " yazdırdım. Yani Attila Helsinki'ye indiğinde onu elinde
" Yamuk Kafa " tabelası tutan bir Finli şöför karşılayacaktı :)

Gece geç vakit Attila'dan cep telefonuma mesaj geldi. Şöyle başlıyordu:

" Rezalet, ismimi yanlış yazmışlar. "

ve devamı

" Yamuk Kafa yerine Yanuk Kafa yazıyordu, rezalet ! "

Fenerbahçe taraftarı, hatta bence Baykal'ın bile Attila'dan öğreneceği çok şey var gibi..

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Liste

İlk kadın başbakan..

Eurovision birinciliği..

Baykal'sız CHP..

Şimdi de dört büyükler dışında ilk kez bir başka takımın şampiyonluğu..

Bu ülkede kolay yaşanmayacak denilen şeylerin listesi tamamlanıyor gibi. Geriye benim için şunlar kaldı:

- Olimpiyatlara ev sahipliği yapmak

- Kış olimpiyatlarında madalya kazanmak ( rengi farketmez )

- Oscarlarda en iyi yabancı film adayı olmak ( kazanmasak da olur )

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Basit bir tişört değil mesele

Her Akdenizli gibi ben de yaz mevsimini kışa tercih ediyorum. Çünkü ancak bu mevsimde tişört giyme özgürlüğüne sahip olabiliyoruz. Kışın beyaz tende tuhaf durduğundan mıdır ya da üstüne kalın montla çok acayip bir görüntüye sebep vermekten mi bilemeyeceğim ama, şöyle sıcak havalarda tişört giymenin tadı bambaşka.

Çocukken, lise, üniversite çağı ve sonrasında kısaca her zaman, her yerde tişört resmi formam olmuştur. Ama özellikle İlkokul çağı ve ergenlikte her şeyde olduğu gibi giyim seçeneklerinde de kısıtlı bir ortamımız olduğundan sanırım tişörtlerde cinsiyet ayırmaksızın kapıldığımız trendler vardı.

Şimdi dönüp bakınca rezillik diye içimden geçirdiğim uçlarından boncuklar sarkan püsküllü bir model vardı mesela. Annem ilk alıp bana verdiğinde bayılmıştım ama şimdi eski resimlerde o kadar da güzel durmadığını fark ediyorum malesef.

Benim asıl sevdiğim tür adınızı yazdırabildiklerinizdi. Bu hayatımda yaşadığım ilk kişiselleştirilebilen eşya deneyimi olduğu için sanırım, üstünde adımın yazdığı tişörtümü sanki büyük bir olay gibi taşırdım. Tabi ufak ve herkesin birbirini tanıdığı bir yerde bu sempatik görünebilyordu. Ancak şehirde ya da ne bileyim plajda giydiğimde, hiç tanımadığım çocukların benimle dalga geçerek adımı çağırdıklarını görünce biraz yenilgiye uğramıştım gerçi ya neyse..

Onbeş yaş sonrasında ise tişörtler artık yaşam tarzının aynası olmaya başladı. Özellikle Heavy Metal dinliyorsanız öyle renkli tişörtler, önünde sevimli desenli şeyler giymek günaha eş değerdi. Siyah, sadece düz siyah giymeniz gerekiyordu. Bunun neyi sembolize ettiğini inanın ben de o zaman bilmiyordum ama kendimi iyi hissettiren tarz buydu işte.

Tabi gönlümüzden geçen dinlediğimiz grupların tişörtleriydi ama o da öyle her yerde kolay bulunmuyordu. Öyle ki sokakta Metallica ya da Megadeth tişörtlü birine rastlasak önünde saygıyla eğilmediğimiz kalıyordu.

Bir de bu grup tişörtlerinden de kutsal olan turne tişörtleri vardı. Önünde mesela Skid Row'un grup resminin olduğu arkasında ise grubun turne takviminin şehir adlarıyla listelendiği muhteşem varlıklardı bunlar. Ancak ve ancak yurt dışından temin edilebilirdi ve tabi ki gece bir bara ya da önemli bir yere gidileceği zaman giyilirdi. Örneğin 1993 yılıyla birlikte başlayan stadyum konserleri gibi..

Yaş ilerledikçe aradığım tişörtler bu sefer renkten bağımsız özellikle arkasında absürd mesajlar yazan tarza kaymaya başladı. Yirmili yaşlarda nedense böyle bir mesaj kaygısına girmiştim ama üstünde benimle ilgisi olmayan marka ve yılların yazdığı pahalı tişörtler yerine insanlarda biraz olsun tebessüm yaratabileceğim türleri giymek daha çok hoşuma gidiyordu.

Hem böylece önünde koca harflerle Yards, Benetton, Nike ( evet o zaman logo yerine marka adını kullanıyordu ) gibi tişörtlerle dolanıp Kızılay yardımı almış görüntüsü veren kitleden kendimi ayrıştırmıştım.

İnsanın ancak rakamsal olarak artık gençlikten sıyrıldığını farkedebildiği ama hala o bağıran tişörtler için yanıp tutuştuğu yaşlarda, yani bugünlerde ise malesef artık düz, pastel ve sıkıcı modellere yönelmeye başladım. O yüzden mağazalarda abuk sabuk desenler ve yazılı tişörtler gözüme takılınca içim gidiyor ama
artık genç bir kız değilsin, çocuk değilsin diye telkine başlıyorum.

Hemen ağlanmaya gerek yok tabi. Yaş ne olursa olsun başta da dediğim gibi yaz geldi ve artık tişörtleri haftanın yedi gününe yaymak, hala bu bez parçasına olan tutkumu canlı tutabiliyor. İki sene öncekileri pijama niyetine giymek, hatta plajda bikini üstüne geçirmek. Deniz, kum ve güneş bir yere kadar, ama pamuklu kısa kollu giyinmenin özgürlüğü en az üç ay !

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Havaalanı destanı

Havaalanları, o dev cüsselerine karşın aslında yeryüzünün ufaltılmış birer demoları gibidir. Biraz daha hızlandırılmış ve içine azıcık mizah katılmış versyonu da denebilir.

Bu tamamen bakış açısına bağlı.


Mesela her biri farklı türde erkeğin bazen tek bir tipe büründüğü garip bir hava taşır. Türkiye'de hangi kentten uçuyor olursanız olun durup bir etrafınıza dikkatli bakınca çok tehlikeli bir ortamda olduğunuzu fark edeceksiniz.


Daha içeri girmek için kuyrukta beklerken arkanızdaki, önünüzdeki, diğer sıralardaki kısaca etrafınızı sarmış bütün adamların yavaş yavaş ceketlerini çıkardıklarını, kemerlerini çözdüklerini fark edeceksiniz. Havaalanı sanki erkeklerin içindeki bastırılmış Tecavüzcü Coşkun genini harekete geçirmektedir.


İlk kontrolü atlattıktan sonra koskoca havaalanında nereye adımınızı atsanız kemerlerini tekrar takan ya da elinde kemer dolanan adamlara rastlarsınız. Ya da avını yakalamış ve muradına ermiş ve de hala avını arayan Tecavüzcü Coşkunlar !


Bir de kemere ya da cekete ihtiyaç duymayan bir kitle vardır. Beyaz havlu ve peştemallerle sarılı bu amcalara bakıp da " Ya ben Frankfurt'a gidecektim ama yanlışıkla Çemberlitaş Hamamı'na mı geldim, ne bu ?!?" diye sizi paranoyaya sürükleyebilir. Burada paniğe gerek yok, mevsimlerden Hac zamanıdır sadece. Kısaca beyazda tehlike yoktur.


Bir de pek bir zararı dokunmayan ama gece gündüz farketmeksizin uyuyan bir kitle vardır. İnsan onlara bakınca kendi adına endişelenir. Acaba hangi zaman boyutunda ve hangi iki kent arasında niçin sıkışmışlardır ki bir zamanlar işi, ailesi ve evi olan bu adamlar sonsuz uykuya geçmiştir. Evet, kesinlikle sonsuz uyku. Sorun kendinize, bu uyuyan kayıp yolculardan hiç birinin uyandığına şahit oldunuz mu acaba ?


Bir garip alemdir alanlar. Genel kanı hep uçaklarda tuhaf hikayelerin döndüğüdür. Oysa uçak ufacık kapalı ve görüş alanınızın kısıtlı olduğu bir araçtır. Oysa o dev alanlar..

6 Mayıs 2010 Perşembe

Panter Emel'im ben

Hayvanlardan korkmayı, böceklerden tiksinmeyi, huylanmayı kesinlikle anlarım. Anlayış bile gösteririm bu tür çekincesi olan insanlara. Bunlar ya hayvanlardan uzak ortamda büyümüşlerdir, alışık değillerdir ya da tam tersi hayvanlarla çok kötü bir tecrübe yaşadıkları için aralarındaki ilişkiyi kesmişlerdir.

Ama gerek doğada, gerek sokakta nerede olursa olsun hayvanlara karşı üstünlük kompleksi geliştirmiş bir ırk vardır ki işte bu insanlar, ciddi söylüyorum elime geçmesinler. Kendi ezikliklerini tatmin etmek için sokakta kedi,-köpek tekmeleyen mahlukları zaten kazanlara tıkıp yaksınlar da benim asıl derdim güya iyi eğitim almış, iyi yerlerde çalışan, sözde görmüş geçirmiş insanların tutumları.

Gördükleri her dört ayaklı canlıya " pist ", " kışt" demekle ömür geçiren bu cinsler ne yazık ki doğuştan hayvan sevgisi taşıyan evlatlarını da zehirliyorlar.

Kimse gidip her gördüğü hayvanın boynuna sarılsın, geceleri koynuna alıp yatsın demiyorum elbet. Ancak hayvanlara kötü niyetle bakılmasına da anlam veremiyorum. Çocuğuna " Tamam kedileri çok seviyorsun ama onunla oynama, belki tırmalar, onun yerine başını sev, ya da uzaktan bak öyle sev." demek çok mu zor ?

Ya da " O köpeğin de canı var, o da soğukta senin gibi üşüyor, yemek bulamazsa acıkıyor, üstelik hep sokakta yatıyor, o yüzden sakın canını yakma, yazık." diye öğüt vermek bir nesli yok mu eder ?

O yüzden kimse kusura bakmasın, hayvanlara karşı güç kullanan, bunu teşvik edip onaylayan ve hatta buna sesini çıkarmayan kitle, kendini benden korusun. Madem ortada bir güç savaşı verilmek isteniyor, buyrun karşılarında Panter Emel'den de gözü dönmüş bir asker var !