31 Ağustos 2009 Pazartesi

Geyiğe sabrım kalmadı

Yaşla mı ilgili yoksa hayatın artık insanı getirdiği yerin mi etksi, bilmiyorum ama benim özellikle yeni tanıştığım insanlara karşı anlayış ve sabır seviyem oldukça düştü. Hayır, bahsettiğim önyargı ya da yabancılaşma değil. Sadece yeni tanıştığım insanları yaptıkları iki üç muhabbetle hemen çözüp yargılayarak onlara en düşük notu vermem.

Çünkü artık herkes aynı geyiği yaptığından aynı nakaratları duymaktan sıkıldım gerçekten.


Üniversitedeyken, insanlarla tanıştığımızda hep hangi okulda okuyorsun ? sorusu sorulurdu. Ardından da mutlaka o okulda okuyan bir tanıdığımız olduğu için aa bilmem ne de sizin okulda tanıyor musun ? diye ikinci soru gelirdi. Bir arkadaşım benim şu anki isyan buhranlığına erken kapılmıştı galiba. Bir gün ya yeter ne bu, tanıyorsam ne olacak tanımıyorsam ne olacak nedir ki bu geyik diye söylenmişti.
Bu günümüz geyiklerine kıyasla aslında oldukça masum sayılabilecek bir yaklaşım. En azından ortak bir insan bularak karşımızdaki yabancıyla aramızdaki buzları eritiyoruz. Ama otuz yaş sonrası geyikler tahammül becerisini köreltiyor artık.

Cumartesi ya da pazar tanıştığın halde bile hangi iş, aa sizin firma şöyle, sizin genel müdür bu, sizde de insan kaynakları böyle mi şeklinde tamamen iç kıyıcı muhabbet. nedir mesela ? Yahu sen değil misin daha çarşamba gecesinden cuma geldi diye şükreden, nisan ayından yaz tatilleri, yaz ayından bayram tatilleri planı yapan ? Her pazartesi ona buna pazartesi depresyonunun iletilerini gönderen ? Demek ki o kadar da sevişmiyorsun işinle. O zaman ne diye muhabbete işle başlıyorsun ?

Öte yandan iş midir yani bizi şekillendiren ? Yani artık etrafımızda yaşam tarzını belirleyen meslek de kalmadı pek, hani zanatkaar gibi falan. Balet değilsin, seramik hocası değilsin, milli yüzücü değilsin, ee yani sabahtan akşama ofiste oturup günü kurtarmaktan başka hayatına kattığın hiçbir mana yok.
O zaman ne diye bunu mevzu bahis yapıyorsun ?

Çünkü hayatlar boş ne yazık ki. Futbol seyredip, arkadaşlarla dışarıda yemek yemek, alışveriş merkezinde dolanıp indirim kovalamak, kuaförde saatler harcamaktan başka bir doluluk yok hayatında. O yüzden de sıkılıyorum artık bu yüzeysel ve boş girişim muhabbetlerinden.

İstiyorum ki gelsin sokakta oyun oynarken izlediği yavru kedileri anlatsın, latin dilleri etkisinden dil bağlantılarından örnekler versin, Kubrick filmlerini kapıştırsın, bahardaki polen alerjisinin nedenlerini anlatsın, insanların onca yıldır inanmakla hata ettiği şehir efsanelerini yıksın, büyükbabasının katılığı Kore savaşı hikayelerini dillendirsin, en son festivalde izlediği filmlerden, konserlerden konuşsun, Pearl Jam neden videoklip yayınlamıyor diye fikir üretsin, 80lerdeki çocukluk anılarını paylaşsın, hadi bilemedim en en kötü Lost muhabbeti yapsın, House konuşsun, CSI desin, Elif Şafak'ın Aşk'tan önceki kitaplarını okumuş olsun.


Yani moron bir hayatı olmadığını ortaya koysun ve ben-biz-siz muhabbeti olmayan, etrafındaki hayata dair birşeyler konuşsun istiyorum.
Bunu beceremeyen herkesi ukalaca hor görmeye devam edeceğim malesef. Madem hayat önüme hep banalleri sunuyor, ben de hiç değilse onlarla eğlenerek kendi keyfimi sürdürüreyim yahu, yeter artık !

27 Ağustos 2009 Perşembe

Derleme isyan birikmiş öfke

Takip ettiğim blogçu arkadaşlarımın son zamanlardaki isyanlarına katılmadan edemiyorum.

Kışın en zor geçtiği illerden olan Ankara'da yaşayan Geveze Baykuş yaz gibi güzel bir mevsime sırf ter kokusu saçan insanlar yüzünden küsmüş durumda. Toplu taşıma araçlarına binmeyi geçtim, büyük holdinglerin içinde çalışanların temiz takımlarla resmi geçit yaptığı asansörler bile içinden kabus fışkıran Pandoranın Kutusu'na dönüşebiliyor yaz aylarında.

Bir insan, 2009 yılında, hala artık nasıl adam gibi banyo yapmayı bilmiyor aklım almıyor. Sebze gibi kendini iki dakika suyun altında tutmakla arındığını, normalde minimuma indirmesi gereken tüyleriyle ilgilenmek yerine o bölgelere deodorant sıkmakla o salak reklamlardaki gibi ter kokusunu önlediğini sanıyor.

Valla insanlar, sözüm size.. Ancak sıcak banyoda sabunlanmış kese ile iyice kendinizi ovarak gerçekten yıkanmış sayılıyorsunuz. O insanı kandıran güzel kokulu kimyasallar yani duş jelleri sizi temizlemiyor, sadece cildinize cila çekiyor o kadar. Yani sabunla ve keseyle yıkanmamiş insana temiz demem ben arkadaş. Ayrıca o kişinin hormonol bir bozukluğu yoksa tıpkı Geveze'nin de belirttiği gibi tüm gün koku bombası şeklinde dolanması kaçınılmaz.


Windrider'ın bahsettiği kitap okuma oranında, okuma-yazma bilen nufusların bizden daha az olduğu ülkerin dahi gerisinde olmamızın sonuçlarından biri işte budur.

Geçtim romanı, şiiri, daha inandığı dinin tek kaynağı olan kutsal kitabını okumamış ve yaşamını orada belirtilen öğretilerden haberi bile olmadan sürdüren insanlarla dolu bu ülke.

Hani kafası çalışmayan, beyni basmayan bir halk da değiliz. İşin içinde çalışıp kazanmak yerine kolay kazanç oldu mu kafa her türlü hinliğe çalışıyor. Cep telefonlarınıza ya da emaillerinize tanımadığınız kişilerden gelen mesajları düşünün. Ya hayatın sillesini yemiş zavallılar sadaka için dileniyor ya da size büyük bir ödül çıktı diyerek bilmem nereye para göndermenizi talep ediyorlar. Daha da komiği kendilerini polis diye tanıtıp arka fonda polis telsizi efekti kullanarak kendilerine kontör göndermenizi talep eden aramalar dahi yapıyorlar.

Burada şunu soruyorum. Bu kadar düzenek kurup hikaye yazıp ona buna bulaşabilecek cesaret ve yeteneğe sahipsin madem, neden adam gibi herkese ve kendine faydalı olacak bir iş yaratmıyorsun ki be adam ? Senden daha saf ve iyi niyetli insanlardan faydalanmak yerine oturup kafanı daha olumlu şeyler için kullansana !

Rahmetli Aziz Nesin yüzde altmışı salak bu ülkenin derken aslında görünen tablonun iyimser yorumunu yapmıştı. Çünkü ben de dahil birçoğumz aslında o yüzde altmışlık dilimdeyiz ki geriye kalan bu yüzde kırklık gerizekalıların kendilerine, etrafa, bize ve bu ülke değerlerine verdiği zararı çekmek zorunda kalıyoruz.

Yüzde kırklık bu kesimin ülkeyi her geçen gün yok etmesine tanık olan salakları oynuyoruz..

25 Ağustos 2009 Salı

Kısa uyarı

Evcil hayvanlarla ilgili bir fuarda bir polis ve köpeğini sevmiştik. Hayvan dev gibi, simsiyah belime kadar gelen bir yaratıktı ama gözlerinin içi sevimli bakıyordu. O yüzden polismiş, kocamanmış bakmadan sevmiştim.

Babam polise dönüp
ama böyle sürekli insanlara sevdirmiyorsunuzdur herhalde di mi, sonuçta hani polis köpeği falan ya gibisinden yorum yaptı. Polis gayet sakin hayır dedi, istediği kadar insanlarla içli dışlı olabilir, birine saldırması için benim tek sözüm yeter.

İşte bu
kraldan çok kralcı diye nazikçe nitelendirdiğimiz ama aslında birilerinin emrindeki " köpek" olmanın tabiata dayandırılmış gerçeğidir.

Yalaka olmak, sürekli peşinden gitmek ya da olur olmadık yerde o kişiyi anmak gerekmez birinin köpeği olmak için. Sahip ısır der düşünmeden saldırır, otur der sessizce kalır.

Kuduz da olabilir, dikkat etmek lazım. Arada hafifçe sevgi gösterip gülümseyin geçin ama efendisine yamuk yapmayın her an kalçada diş izleriyle canınızı yakabilirler, benden söylemesi :)

18 Ağustos 2009 Salı

Erkek evlat kız evlat

Biz Türklerin aile yapısının sevdiğim yönü, aile bireylerinin birbirlerine olan kuvvetli bağıdır. Çocuklar, doğar, büyür, eşşek kadar olur, evlenir çocuk sahibi olur ama hala evin çocuğu gibidir, el üstünde tutulur. Mesela bunu severim. Ayrıca O büyümüş çocuklar yeri gelir yaşlanan anne ve babalarını yalnız bırakmaz, gerekirse tıpkı bir zamanlar anne ve babalarının onlara yaptığı gibi kanatları altına alırlar ailelerini. Bunu da çok severim.

Ama şimdi sevmediğim kısımların bombardımanı geliyor: Çocuklar büyürken cinsiyete göre yetiştirme mantığı ölsün bitsin artık. Daha ilkokulu bitirmemiş kız çocukları derli toplu olmakla yükümlü, yetmezmiş gibi mutfakta ve temizlikte annenin çırağı olarak eğitimden geçiyor. Ee ne var, o da bir gün anne olacak, evinin kadını olacak. E olacak da evinin kölesi olmayacak herhalde.

Kızımız köle İzaura modeli takılırken aynı evin erkek çocuğu padişah ilan ediliyor. Odası her daim dağınık, salonda bırakılmış kirli çoraplar, sifonu çekilmemiş tuvaletler, sofrada önüne konan yemekler, karnı doyar doymaz arkasına bile bakmadan çekip gidilen sofra adabı gibi her türlü insanlıktan çıkmaya aday bir tipleme büyür o evde. Mantık şu mu: Erkek adam zaten çalışacak evde de arkasından toplayan olur elbet.

O zaman neden erkek anneleri sürekli şu sesleri çıkarıyorlar: Oğlum yapma, oğlum oraya koyma onu, oğlum ayakların kirli bak dayama koltuğa, oğlum gürültü etme, oğlum dağıtma, oğlum etme, oğlum eyleme.

Anneyi böyle eden ileride eşine hangi nağmeleri söyletir acaba ?

Hadi evin tek çocuğu, gözünüzün nuru falan zaten olaya baştan megolomanca girişmişsiniz, e peki hem kızı hem oğlu olan aileler şunu neden düşünmezler: Erkek gitti kızın tekiyle evlendi yaktı o kızı da kendi kızları da gidip elin adamında devam etmeyecek mi köleliğe ? Ayrıca anne evinde gördüğü özeni hiçbir el kızının hizmetinde bulamayacağı için hayat boyu eziyet etmeyecek mi o kızı yetersiz gördüğü için ?

Avrupa'da aile bağları hiç yok, çocuk onsekizine gelince artık ilgilenmiyorlar diye tutturmuş gidiyoruz. Doğru, ama o çocuklara daha ufak yaştan birey olmayı, başlarının çaresine bakmayı öğrettikleri için o çocuklar ergenlikte hayata atılabiyorlar. Erkek ya da kız olmayı değil insan olmayı öğreniyorlar.

Bizim de artık çocuklara cinsiyet ayırmaksızın aynı görgü, aynı terbiye ve aynı ahlak anlayışını öğretmemiz ve benimsetmemizin vakti geldi. Diğer türlü erkek çocuklar böyledir kız çocuklar böyle diye aynı teraneleri dinleyip nesiller boyu küçük hizmetçiler ve küçük ağalarla uğraşıp duracağız.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Yozlaşmış bir tabu

Adı futbol denen sporun Türkiye versyonunu son yıllarda itici buluyorum. Çünkü sözde daha çok para kazanan kulüplerle görüntüde gelişen ama aslında tamamen makyajdan ibaret bir yozlaşmadan ibaret artık bu ülkedeki futbol.

Öte yandan çok da acınası bir durumda ve spor ile her hangi bir bağı da kalmadı. Her yıl dönüşümlü şampiyon olan üç takımın sadece bir oyuncu için harcadığı paralara bakın. Bir de sonuca.

Biri on yıl öncede kalmış, hala UEFA şampiyonluğla hava atıyor.

Biri en çok kupayı kazandıyla övünüyor.

Biri en çok para ve taraftar bende ayaklarıyla televizyon kanalı, cep telefonu gibi futbol ile kel alaka işlerle büyüklüğünü göstermeye çalışıyor.

Pazar akşamı oluyor, maç özetlerini yorumlayan kanallarda seviyesi diplerde bir sürü adam Türkçe'yi katlederek akıllarınca maç yorumluyorlar. Bakıldığında vasat bir futbol için gece ikiye kadar heyecanla çene yarıştırarak futbola ya da başka bir amaca değer katamadan gaza geliyorlar.

Sonra takımlar Avrupa'ya gidiyor, kelimenin tam anlamıyla Avrupalı takımlarca " tokatlanıyor". Lig sonu yaklaşıyor, bizim üç zengin, tek bir oyuncusu kadar bütçesi olmayan Anadolu'lu diye anılan takımlara şampiyonluğu kaptırmamak için didişip duruyorlar.

Futbolcular pahalı ama ne sporcu ahlakına sahip olmayı ne de takım olmayı becerebiliyorlar.

Antrenörler kulüp yönetiminin kuklası.

Seyirci desen mağlubiyete tahammülü olmayan potansiyel seri katil modeli.

Bu kadar basit değil demeyin. Açıkça görünen budur Türkiye futbolu ile ilgili.

Çirkin, başarısız, kötü amaçların elinde, hiçbir uluslararası karşılaşmaya gücü yetemeyecek kadar kan kaybetmiş acınası bir halde; üstelik de gittikçe kötüleşen, yazık edilmiş enerji ve para kaybı !