27 Mayıs 2009 Çarşamba

Kitabı sahiplenememek

Ortaokul yıllarıydı Genç Kızlar romanını arkadaşım okumam için ödünç verdiğinde. Okurken baş kahramanın öğretmeniyle aşk yaşaması bana oldukça sıkıcı gelmişti. Ama yinede anlatımdaki betimlemeler, kurgu o kadar güçlüydü ki o zamanlar kafamda oluşturduğum görüntüler hala net olarak gözümün önüne geliyor..

Kızıllara mavi rengin yakışmadığı ayrıntısını bile atlamayan yazarının Vincent Ewing adında başka hiçbir romanını bilmediğimiz bir erkek olması kitabı ilginçleştiren bir özellikti. Adamın eşcinsel olabileceği ihtimali ve o yüzden genç kızların okuduğu bir okuldaki duygu yoğunluğunu bu kadar içten aktarabileceği o yaşta tabi aklıma bile gelmemişti.

Yıllar yıllar sonra yani tam da geçen sene bu zamanlar öğrendiğim geç kalınmış bir gerçek aslında o eksik parçayı tamamladı. Kahramanlarından olayın geçtiği yere kadar herşeyin yabancı olduğu romanın yazarı aslında Vincent Ewing değil çevirmeni olarak gözüken Nihal Yeğinobalı`ymış !!
Yaşadığım şaşkınlığın yerini üzüntüye bırakmasını Yeğinobalı`nin bundan elli yıl evvel çeviri romanların Türk romanlardan daha çok iş yaptığını bildiği için bu yabancı erkek yazar takma adıyla kitabı yayınlattığını ifade etmesi ne yazık ki engelleyemedi.

Altmışlı yılları düşündüğünüzde erotik bile sayılabilecek böylesi bir romanı Nihal Yeğinobalı kendi adıyla bastırmaya kalksa muhtemelen yayınevleri onu kapıdan içeri bile sokmazlardı. Tabi o yıllardaki zihniyet daha genç kızların bilmem kaç fırça darbesi karalamalarını el üstüne çıkaracak sığlığa inmemişti ancak genç bir kızın içinde az biraz cinsellik de olan bir gençlik romanı yazmasını kabullenebilecek medeniyete ne yazık ki erişememişti.

Derinine inilse benim daha onüç yaşında nasıl olurda bir adam bu romanı yazabilir sorusunun devamı getirilirdi ancak yazar adı ecnebi olunca kitabın değeri katlandı. O zamanlar kendileri de birer genç kız olan Türkan Şoray ve Hülya Koçyiğit`in Ediz Hun`la birlikte oynadıkları filmi bile çekildi romanın. Altmışlardan doksanlara kadar benim gibi bir çok kızın elinden geçti bu kitap ve tüm bu başarının nedeni ne yazık ki yazarının Amerikalı bir erkek olduğunun sanılmasıydı.

Kim ne zaman buna dur dedi bilmiyorum ama elli yıl boyunca Türkiye'de nesiller boyunca okunan bir romanın çevirmeni olarak silik kalmak Nihal Yeğinobalı"yı çok fazla kırmamış olabilir ama ben gerçekten de üzüldüm.

Bronte kardeşlerin, Jane Austen`in asirlar önce yapabildiğini Türk bir kadının kendi adıyla yayınlatamamış olması hakikaten trajik.

Türk edebiyat tarihi içinse utançtır..

12 Mayıs 2009 Salı

Bilimkurgu incelikleri

Geçen akşam Digitürk'te Aliens Vs. Predator 2 filmini izlemek için hevesle kuruldum koltuğa. ( Şimdi ne Alien ne de Predator serisi hakkında bilgi sahibi olmayan ya da bilimkurgudan anlamayanlar için bu filmin adı acayip manasız gelebilir ama olsun yazıyı okuyun eğleneceksiniz. ) Aslında süper dandik bir filmdir kendisi. Biliyoruz ki en iyi iki şeyi birleştirdiğinizde çıkan sonuç o iki en iyi şeyden asla daha iyi olmuyor. İşte yılların Alien serisi ile karizmatik uzaylı Predatorlerin hikayesini tek filme sığdırma çabası da aynen böyle bir sonuç doğurmuş.

Ama ben yine de cumartesi gecemi bu şekilde böyle bir eğlenceye ayırdım ve kucağımda fındık kasesi daha ilk sahnede saçmalayan filmle dalga geçerekten izlemeye başladım. Çok geçmeden filmin sesi gitti. İki üç dakika alt yazılı ama sessiz idare ettim ama baktım filmdeki görüntüler sessiz tamamen karmaşaya dönüştü.

Yaratık insanlara saldırıyor falan oraları tamam, anlaşılıyor da şimdi Alien ile Predator birbirine giriyor, arada insanlar kaynıyor, bir de yarı Alien yarı predator var, bu Alienlerin efendisi, ama bu sahneye cikinca o aslinda gerçek predator mü, gercek predator de insanları öldürüyor mu yoksa aslında o yarı alien olan mı hiçbirşey belli olmuyor.

Dolayısıyla bilim kurgu-korku saçması film sessiz olunca sürekli yarı karanlık mekanlarda kan ve kapışma sahnelerinden hiçbirşey anlamadım. Gözümün önünde uzaydan gelmiş iki farklı cins yaratık sakin Amerikan kasabasına dehşet saçarken bense ağzımdaki fındıktan başka ses duyamadığım filme bön bön bakmakla yetinmekle kaldım.

Sonra bu böyle olmayacak bari daha iyi bir bilim kurgu olan Akasya Durağı (!) izleyeyim dedim. O sırada Moviemax 2'de film yeniden başlar yine baştan izlerim diye de kurdum kafamda. Ne var ki saat çok geç oldu ve benim sessiz izlediğim sahneler geldiğinde çoktan uyuyakalmıştım bile.

Bilim Kurgu tutkunu olanlar ya da o tür filmlerden keyif alanlar bu cumartesi gecesinin acınası halini umarım hissetmişlerdir. Çünkü Alien özellikle hem bilim kurgu hem de gerilim olması itibariyle insanı bırakın kucakta fındıkla fıstıkla kolay kolay koltuğunda bile oturtmayacak sahnelerle alıp götürür. Serinin ilkini seyrettiğimde gerçi ilkokuldaydım ama adamın karnını parçalayıp çıkan yaratık sahnesini görür görmez sinemadan kaçtığımı çok iyi hatırlıyorum. O yüzden hem o filmi hem de serinin geri kalanını yirmi küsür sene sonra ancak tekrar izleyebildim.

Bugünse Muppet Show'a dönüştürülmüş bu halinden birşey bile anlayamadım. Güya teknoloji ilerledi, yani iyi bir bilim kurgu film yapmak için olanaklar eskisinin on kat iyi düzeyde ama çıkan sonuç tüm diğer sinema türlerinde olduğu gibi facia.

Olan da biz birkaç iyi bilim kurgu, gerilim beklentisinden zavallı izleyiciye oluyor, ya neyse..

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Ona buna sana bana herşeye sansür !

Youtube yasağının olmuş 1. yılı. Üstüne sapık kafaların kapattığı bilim siteleri ve daha yüzlerce site eklenince tepem attı artık. Geç bile kaldım tepki vermekte.

Bugünden itibaren tepkisini gösterenlerin hareketini de sonuna kadar destekliyorum. Her dakika eylem, sivil insiyatif, kabul edilebilir anarşik hareket diyen ben de sessiz kalacaksam zaten kapatıp gideyim bu siteyi !

Daha fazla eğlence için buraya girin

10 Mayıs 2009 Pazar

Restoranlara acil sigara yasağı

Aslında sigaranın kendisine de içenlere de çok fazla tepkim yok. Yeter ki sigarayı yerinde ve düzgün içmeyi bilsin insanlar. Kahvenin yanında, güzel bir yemek sonrası sakince içilen keyif sigarasını sonuna kadar destekliyorum hatta.

Ama onun dışında her zaman her yerde uyuzum sigaraya. Sokakta yürürken sigara içenlere bile kılım. Arkandan ya da yanından gelip geçiyorum dumanini yediriyorsun bana ya, gezinme işte öyle salak salak elinde sigara sokakta !

Bir de asla restoranlardaki sigara tüketimine katlanamıyorum. Nasıl bir psikoloji varsa millette o ağız asla boş durmuyor. Masaya oturuluyor daha garson bardağa su doldurmadan sigara yakılıyor; yemek geliyor tabak yarılanıyor sigara yakılıyor; yemek bitiyor kahve gelmeden sigara yakılıyor; hesap isteniyor gelmeden sigara yakılıyor. Zaten içeride onca yemeğin isi kokusu var bir de o tiksinç sigara dumanıyla harmanlanınca o akşam yemeği sizin için faciaya dönüşüyor. Havalandırması iyi kötü çalışan barlarda, gece klüplerindeki üstünüze sinen sigara dumanı bile daha bir katlanılır oluyor; en azından salt sigara dumanı o. Ama restorantlarda hele ki orası bir kebabcıysa of off !! Saçınıza, kıyafetinize, çantanıza, paltonuza sinen o et-yağ-sigara ve havasızlık kokusunun ölümcül karmasına bir kere bulandınız mı sizi seven herkesten uzak durun derim, yoksa ömür boyu çıkmaz o koku imajı akıllardan.

Temmuz mu neyse bir an önce restoranlara getirilsin bu sigara yasağı. Böylece sigara tiryakisi sağlıklarını çöpe atmaya meraklı tiplemeler de biz geriye kalan halk gibi adam gibi yemeklerini yiyip masadan kalkmanın adabını benimserler artık. Ayrıca sigara degil yemek yemegi de öğrenirler belki..

7 Mayıs 2009 Perşembe

Önemsiz bir gün kutlaması

Aziz Nesin'in adını hatırlamadığım bir öyküsü vardı. Yurt dışından gelen bir bürokrat bir bakanla görüşme yapmak ister ama yaklaşık bir sene bunu başaramaz. Çünkü bakan sürekli önemli ve resmi günler dolayısıyla meşguldür. Bilimum kentlerin kurtuluş yıldönümleri, dini bayramlar, resmi bayramlar, Kızılay, Yeşilay, yaşlılar, doktorlar, öğretmenler, anneler, babalar, bilmemneler özel günleri, 10 Kasım derken sonunda bürokrat vazgeçer bu işten.

İlkokuldayken bu özel gün ve haftaları daha yakından yaşıyorduk herhalde. Ama benim hatırladığım öğretmenler ve anneler günlerinde çiçek almaktan başka birşey yapmadan geçirirdik yılı.

Şimdi Amerikan kültürünün etkisinde kalmamızdan mıdır yoksa yeni arayışlardan mı bilmiyorum ama o koşturma yüzünden makamında olamayan bakan gibi biz de bir yıl boyunca önemli günlere kapılıp gidiyoruz.

Sene başından itibaren alırsak daha ocak ortası gelmeden Sevgililer Günü göz boyaması başlıyor. Her bir yanı saran kırmızı kalpler ve 14 Şubat mesajları özellikle evli ya da sevgilisi olan erkekleri daraltmaya başlıyor. Kadınlar da büyük bir beklenti içinde 14 şubatta acaba akşam nerede yemek yeriz, bana istediğim o hediyeyi alacak mı, ofise çiçek gönderecek mi gibi kuruntularla bir gün yüzünden haftalarını zehir ederek geçiriyorlar.

O bitiyor bu sefer 8 Mart Dünya Kadınlar günü başlıyor. Sözde emekçi kadınların anıldığı gün bir nevi Sevgililer Günü sonrası Anneler Günü öncesi kutlamaları şeklinde kısmen daha az masrafla atlatılıyor.

23 Nisan eğer perşembe ya da salıya denk geliyorsa hemen uzun hafta sonu nereye kaçılsa, bu mevsimde deniz mi iyi olur yoksa Kazdağları mı yoksa Roma mı Paris mi daha az Türk'le dolar şeklinde mart ve nisan ayımızı harcıyoruz.

Ve en yoğun ay Mayıs çat diye geliveriyor. Anneler günü özellikle eşi de anne olan erkeklerin kabusu olsa gerek. Çifte hediye ve hayatlarındaki iki kadını birden memnun edebilme günü. Bu durumda 19 mayıs uzun hafta sonu tatili olma hayali gerçekleşebilir mi ? Ay başında tükenmiş maaşla zor tabi.

Haziranda bu sefer biraz da olsa erkeklerin gülme günü, en azından baba olanların.

Temmuz ayı sakin geçse de zaten tüm yurtta kabul edilmiş bir yaz tatili miskinliği çökmüş oluyor.

Ağustos ayı yazın son kısmetli tatili 30 Ağustos'un uzun hafta sonuna çevirme planlarıyla geçiyor.
Eylül ayında, mesela bu sene daha ramazan başlar başlamaz bayramının planları yapılmış oluyor.

Ekim'de 29 Ekim tatili, hem de 1,5 günlük !

Kasımda bir diğer bayram.

Veeee hemen sonrası tabi ki de tüm kutlamaların efendisi yılbaşı !

Arada dostların, yakınların aile bireylerinin doğum günlerini, nişanlarını, düğünlerini, bebeklerinin doğumlarını da atlamamak lazım tabi..

Sonra diyoruz ki zaman ne çabuk geçiyor, yıllar geçip gidiyor. Biz yılın üç beş önemli gününü kovalayacağız, cüzdanları boşaltıp eşi dostu sevindireceğiz, uzaklara kaçıp tatil yapacağız diye yılın üçyüzelli gününü kafa patlatmaya harcarsak hayat böyle hızlı akar geçer tabi.

Ben buna bir dur diyerek artık bugünden itibaren günün anlamsız ve önemsiz olmasının tadını çıkarıyorum. Bugün 7 mayıs normal bir gün diyerek kendimce kutluyorum. Siz de bence sakinleşin ve bugünün tadını çıkarın.

5 Mayıs 2009 Salı

Çocukluk idolüm Mathias Rust

Hakkında Rocky 4 filmindeki görüntülerin ötesinde birşey bilmediğim ve tek sembolü benim için Gorbaçov olan Soyvetler Birliği çocukken en büyük meraklarımın başında geliyordu. Hayır, komünizme falan ilgim yoktu, hatta bu yönetim sisteminin ne olduğu konusunda fikrim bile yoktu. Sadece kapalı bir sır olan bu kocaman, dehşet ülkenin dünyanın geri kalanına kafa tutan o gizli ama çekici haline kapılmadan edemiyordum.

İşte tam o günlerde, yani 1987 yılının bir mayıs günü genç adamın teki uyduruktan tek motorlu bir uçağıyla Almanya'dan kalkıp Moskova'nın göbeğindeki Kızıl Meydan'a iniş yaptı ve yer yerinden oynadı.
Henüz 19 yaşındaki Mathias Rust bendeki merakı daha da abartıp üstüne biraz şan şöhret serpmek üzere gayet basit bir planla bu işe girişmişti. Silahlanma konusunda başta ABD olmak üzere tüm batılı ülkelerin kabusu olan koskoca SSCB'nin hava radar sistemindeki açığı tespit etmesi bir yana inişi yapacağı günün asker-sivil herkesin kendini vodkaya gömeceği bir resmi tatil gününü seçmesi bile Rust'ın kıvrak zekasını ortaya koyuyor.
Ve bir mayıs günü Kızıl Meydan'a güzel bir iniş yaptıktan sonra da ilk yaptığı iş etrafını saran meraklılara imza dağıtmak oluyor.
Böylesine komik bir olay muhtemelen Soyvetlerin katı disiplini içinde bir çok kişinin işine mal olmuştur. Ancak dünyanın geri kalanı o gün bu haberleri ve o genç Almanın uçağının yanında sempatik duruşunu gördüğünde bundan gerçekten hoşlanmışlardı. Sovyetler de belki de ilk kez kendileri dışındaki sistemi göz ardı etmeyip bu genç adamın hayatını karartmak yerine sadece 1,5 yıl hapis cezasına çarptırmakla yetinmeyi seçtiler.
Günümüzde, kendilerini odalarına kapatıp sanal dünyalarda sohbetlere, simülasyon programlarına, alternatif dünya kişiliklerine kaybeden neslin hem kendilerine hem de hayata böylesine güzel renkte değerler katabilmeleri adına Mathias'ın bu macerasını tekrar değerlendirmelerini isterim.
Bir de her hafta ölüm sayısı çoğaldıkça bir önceki katliamların unutulup gittiği gündem tüketimi karşısında böylesine ufak ama ses getirmiş eylemlerin daimi gündemimizi belirlesini dilerim.

2 Mayıs 2009 Cumartesi

İnsanlık kiloların altında ezilmesin artık !

Geçenlerde bir nikahtaydım. Gelinle damadı tebrik sırasında beklerken arkamda iki teyzenin konuşmalarını duydum. " Gelin kilo almış." dedi biri ama ses tonundan pek çekiştirir bir hali yok gibiydi. Diğeri de ona hak vererek " Evet çok güzelleşmiş." dedi. Bense " Hadi be ordan !" diye söylendim içimden.

Kilo denen şey ne kabus bir etiket, ne kurtulunmaz bir sırt ağrısı. Geçenlerde Attila bloğunda da değinmişti gerçi bu konuya ama ben buna biraz daha tarihsel yaklaşacağım.

Mesela şöyle düşünelim. Ortaçağ Avrupasında insanların yine günümüz insanı kadar olmasa da dış görünüm merakı olduğunu varsayabiliriz. Ama herhalde onların verdiği savaş yüzlerinin ne kadar yuvarlaklaştığı ya da kollarının sarkması değildi muhtemelen. Zavallılar veba olup sonunda sokaklarda çarşaflar içinde yakılarak yok olmamak için dua ediyor olmamalılardı.

Ya da bundan yüz yıl öncesi Rusya'yı ele alalım. Bir yanda kuru ekmek ve çayla açlıklarını bastıran fakirlikten kırılan halkı, bir yanda Dostoyevski romanlarında anlatıldığı gibi en az iki saat süren kahvaltılarla güne başlayan sosyeteyi düşünelim. Fakir halk yüzleri çökmüş, kemikleri sayılan o cılız vucutlarını bir teselli, zenginler de korselerin altına sakladıkları yağlarını utanç olarak görüyor olamazlardı, değil mi ?

O zaman diyebilir miyiz ki bu kilo saplantısı yirmibirinci yüzyıl modern şehirlerde yaşayan insanların hastalığı aslında ? Yedi yaşından yetmiş yaşına kadar herkesin, evden çıkmadan önce aynanın karşısına geçip kazaklarını kaldırıp göbek kontrolü yaptığımız, birbirilerini uzun zamandır görmeyenlerin ilk tespitlerinin kilo alıp verme üzerine olduğu, marketten aldığımız gıda malzemelerinin fiyatlarından önce kalorileri değerlerini kontol ettiğimiz günler gelip geçici olabilir mi ?

Anne ve babalarımızın bizim yaşlarımızdayken bile kiloyu dış görünüm derdi olarak saymadıklarını düşünürsek bu sorunun yanıtına ben evet diyor ve bu kilo derdini günümüz insanlığının yakın zamanda sona ermesini beklediğim suni hastalığı olarak iddia ediyorum.

Ve hatta hepimiz öyle yapmalıyız ki bir an önce bu kabus bitsin !