28 Şubat 2010 Pazar

Kafa bulandıran şarkılar

Özel radyoların yeni yetme bir çocuğun suratında patlayan sivilceler misali, dakika başı bittiği 90lı yılların başıydı. Hangi istasyonu deneseniz çalan parça DJin seçimi değil; dinleyicinin istek parçası oluyordu. Şarkı isteme güdüsünün cahillikleri bastırdığı komik bir dönemdi ve radyolarda şaşkınlık örneği istek parçalar uçuşuyordu.

Bu şaşkınlara örneklerden biri, kız arkadaşından yeni ayrılmış ya da sevdiği kızın yüz vermediği hırs yapmış tiplerden gelen istek parçalardı. Bunlar kadınsız bir dünya daha mutlu daha az acı olacaktır; tüm erkekler için gelsin diyerek Bob Marley klasiği “ No Woman no Cry “ çaldırıyorlardı sürekli. Bob Marley`in parçalarındaki isyankar hüznün, aşk acısından geldiğini sanan alıklardı bunlar. Sadece şarkının adına bakarak bunun, kadın yoksa gözyaşı da yok olduğunu sanan cahil şairlerdi belki de. Marley`in birakin kadınları hor görmesini, tam tersi kadına seslenerek ağlama sakın kadın diyerek teselli kaygısı taşıyan “No Woman No Cry.

Bir diğer romantizm hatası da gene aşkla pek işi olmayan bir gruba yüklenen derin anlamda sıkışıp kalmıştı. Bu sefer sevgilisi olup da onun hasretini çekenler, Pink Floyd`un “ Wish You Were Here.” Şarkısını milli marş ilan etmişlerdi. Parçada bahsedilenin ne sevgilisi, insan bile olmadığı bir parçadan bahsediyoruz burada.

Bunlar gene İngilizceyi yarım yamalak bilenlerin ürünleri. Bir de ana dili İngilizce olan koskoca bir ülkeyi yönetmek için adaylığını koyanların tarihi hatası var.
Bruce Springsteen “ Born In The USA” parçasında adından da sanılacağı gibi Amerikalı olarak doğmanın gururundan bahsetmez. Eline silah tutuşturulup Vietnam`a sarı kafa avlamaya gönderilen gazilerin trajedisidir o parçada geçen hikaye. Amerikalı olarak doğmanın tanımı, tıpkı her yerinden ısırılmış bir köpek gibi hayatının yarısını iyileşmekle geçirmektir. Oysa aynı şarkının vatanseverliğin dünyanın öte yanında savaşmak olduğunu sonuna kadar savunan Amerikan Cumhuriyetçilerinin Ronald Reagan`ın seçim kampanyasında seçtikleri resmi slogan olması da ilginçti. Tabi sonradan birilerinin şarkının sözlerini dikkatli dinlemeyi akıl edip şarkıyı apar topar kampanyadan kaldırması da bir o kadar komik.

Bir de ne şaşkınlık ne de cahillikle alakası olan seçimler var. 2000li yılların başında Örümcek Adam efsanesi sinemalara tekrar dönüş yaptığında arkasında çok güçlü bir soundtrack albüm vardı. Çıkış parçası Nickelback solisti ile Chad Kroeger`ın ortak çalışması “ Hero ” sözleriyle Örümcek Adam`ı övmek yerine Tina Turner`ın “ We Don”t Need Another Hero” parçasından esinlenmiş gibiydi. Kahramanlıklarıyla koca bir kenti kurtaran Örümcek Adam`ı şöyle anıyordu: “ Bir kahraman gelip güya bizi kurtaracakmış. Başlarım ülen ! benim beklemeye niyetim yok arkadaş, çeker giderim ben buralardan.”

26 Şubat 2010 Cuma

Bir Olimpiyat daha sessiz sedasız sona ererken

Kış Olimpiyatları denen şey bize o kadar uzak bir olay ki, gören de kar nedir, kış nedir bilmez bir ülke olduğumuzu sanacak. Mesela şu an yetmişmilyon Türk vatandaşına sorsanız Kış Olimpiyatları nerede yapılıyor diye, konuya bir Sri Lanka'lı ya da Gana'lı kadar uzak olduklarını fark edersiniz.

Her dakika, Avrupa yolunda, medeniyet çağında, yirmibirinci yüzyılda, teknoloji ve Internet dünyasında, geliştik, aştık, koptuk, olayı bitirdik gibi ezber söylemlerle kafamızı şişiren politikacılar da dahil olmak üzere biz Türklerin spor anlayışı futboldan öte değil hala.

Ha futbol denen spor da o Sri Lanka ve Gana gibi ülkelerden farkımızı ortaya koysa bari. Son iki Dünya Kupası'nda hala babalarımızın siyah beyaz televizyonlardan izlediği yıllardaki gibi bize Brezilya'yı desteklemekten başka bir seçenek sunmayan, dünyanın en pahalı futbol takımlarıyla grup elemelerinde fiyatı yarısı çeken takımlara Avrupa şampiyonalarını hediye eden bir futbolumuz var. Evet dünyada iyi takımlarda oynayan futbolcularımız var nihayet ama temsilci tek bir hakemimiz yok. Kısaca futbol milli ve yatırımı en yüksek spor olmasına karşın dünya futbolunda adımızın geçtiği falan yok.

Şimdi ben kış olimpiyatları diye söze başladım ama işin acı kısmı şu ki, biz Yaz Olimpiyatlarından da habersiz bir millet olduk artık. 2008 Olimpiyatları'nın ta Çin'de olmasıyla alakası da yoktu bunun. Bir yüzücünün biz dahil dünyanın yarısındaki ülkeden daha fazla altını tek başına toplaması akşam haberlerinde magazinsel birşeymiş gibi anlatıldı durdu. Oysa koskoca Türkiye'nin zar zor kazandığı tek bir altın madalyanın bir zamanlar ata sporu diye andığımız güreşte Çeçenistan asıllı ve Türkçe bile bilmeyen bir atletten geldiğinden haberdar mıydık acaba ?

2008 yılında yani şu uzay, teknoloji ekonomik patlama ıvır zıvırında yetiştirip Çin'e gönderdiğimiz o kadar sporcu içinde bir tek bu adam bize altın madalya getirdi.

Anlaşılan bundan tam altmış yıl evvel, tam da ülke yeni kurulmuş üstüne ikinci dünya savaşının ağırlığı çökmüş, ufacık nufusla yokluk içinde var olmaya çalışırken aynı zamanda Londra Olimpiyatları'nda 6'sı altın toplam 12 madalyayı kazanmış ülke idik. Hani teknolojinin ve paranın olmadığı yıllarda..

Wembley stadyumunda yapılan madalya töreninde altı kez üst üste kürsüye çıkan milli atletlerimizin altı kez üst üste İstiklal Marşımızı çaldırması nedeniye seyircilerin pikabın arızalandığı için sürekli aynı marşı çaldığını zannetiği 1948 Londra Olimpiyatları. Yaşar Doğu efsanesini başlatan Olimpiyat artık malesef 60 yıl geride kaldı ve elimizde bu ülkede dahi yetişmemiş bir sporcunun bize teselli hediyesi verdiği altın var artık.

Ben de kalkmış Kış Olimpiyatları diyorum burada..

23 Şubat 2010 Salı

?

Kimseye sahip olamamak mıdır can yakan yalnızlık; yoksa çevreni kuşatan onca insana karşın hala yalnız hissetmek mi ?

Bu sorunun yanıtını hala bilmiyorum. Bir de şu soru var kafamda yapışık yaşayan:

Unutamamak, kin tutmak mıdır ?

20 Şubat 2010 Cumartesi

Gel sigara keyfim gel !

"Her türlü yasağa karşıyım " diyenler, eskiden dakikalarca kıpırdamadan sıra beklenen bankalarda, devlet dairelerinde, 8 saatlik otobüs yolculuklarında, okullarda müdür ve öğretmen odalarında fosur fosur sigara içildiğini anımsadıkça hala bu liberal görüşün arkasında duruyorlar mıdır acaba ?

Sigara içmenin, kişinin kendinden çok aynı ortamdaki havayı soluyanlara zarar verdiği gerçeği ortaya çıkar çıkmaz bu yukarıda saydığım yerlerde sigara içmek sorgulanmadan yasaklanmıştı.

Ancak ben de diyorum ki sigara içenlerin, sigara içmeyenlere verdiği zarar hala devam ediyor.

Bunun bir seçenek, hem de keyif ve rahatlama bahanesiyle tercih edilen bir yaşam tarzı olduğu ortada. Ve uzun vadede bu keyfin acı dönüşleri olduğu da !

Vergi ödediğiniz ülkenin sağlık hizmetlerinden, ileride sigara içmeyenlerden daha fazla faydalanmak zorunda kalacaklar. Evet siz sağlık sorunları yaşamazken onlar burunlarından çıkan plastik borularla bir oksijen tüpüne bağımlı olacaklar kuşkusuz ama bunun parası gene sizin cebinizden çıkacak.


Sigara içmediği halde kansere yakalanan azınlığa kıyasla sigara yüzünden kanser olmuş çoğunluklar, azınlıklarla tedavi, yatak ve ilaç haklarına haksız olarak ortak çıkacaklar !
Sigara içtikleri için yakalandıkları bir sürü hastalığın devlet tarafından karşılanan tedavi masrafı yüzünden sigara içmeyenlere sağlanması gerekecek diğer sosyal haklara ayrılacak bütçeye etki edeceği kesin. Sigara içmek dışında sağlıklarına önem gösterip GDO"lu yiyeceklere karşıyım diye nutuk dahi atıyor olabilrler ama bu her gün arsenik ve siyanürle bünyelerini zehirledikleri gerçeğini değiştirmiyor.

Ha diyorsanız ki " Aman o günlere gelene kadar kime öle kim kala !" O halde bugünlere dönelim.

Yukarıdaki resimler size tanıdık geliyor mu peki? Hani siz ofiste başınızı işinizden kaldırmadan çalışırken, mesela saat sabah 10:30`da, öğle yemeğinden dönüşünüzde ya da öğleden sonra saat 3 civarı.. Sizin de çalıştığınız binanın önünde iş arkadaşlarınız, sigara tüttürüp muhabbet ve dedikodu kazanı içinde dakikalarca keyif yapmıyorlar mı ? Hani sırf sigara içmediğiniz için sigara molası hakkınızın olmadığı ve sizin ancak su içmek, çay almak ya da tuvalete gitmek için yerinizden kalkma şansınızın olabildiği o tüm gün boyunca ?

Buradan çıkan sonuç şudur ki sigara yasağına karşıyım demek boşuna nefes tüketmekten başka birşey değil. Sigara içmek bırakın yasağı, sınırlamaları aslında hala özgür ve her türlü yasal haklarla desteklenen bir eylem. Hem de sigara içmeyenlerinkinden çalınan haklarla..

16 Şubat 2010 Salı

Sözüm hemcinslerime

Eski filmlerde, kitaplarda hatta çocukluğumuzun masallarında anlatılan aşklar insanı büyüler. Neden ? Çünkü bahsedilen aşk hep erkeğin beğenip aşık olduğu ve ardından peşinden koştuğu kadınla ilgilidir. Tıpkı doğada olduğu gibi insanoğlu da bu şekilde programlanmıştır. Kadın seçicidir, erkekse kendini beğendirmeye yönelik çalışır.

Ama artık denge nerede, ne zaman şaştı belli değil. Kadınlar erkekleri kovalar oldu. Üstelik bu hastalıklı durumu en başta kadınlar kabul etmiş durumda. Erkekler ise tabi ki hallerinden gayet memnun..

Kadın ruhunun seçici kimliği erkeklerde var olmadığı için de peşlerinden koşan kadın kavramı erkeklere sonsuz bir tatmin yaşatıyor adeta. Böylece çok, tekten her zaman iyidir mantığıyla onlara ilgi gösteren yığınla kadının hislerini dahi umursamadan o insanlarda kalıcı hasarlara sebep olabiliyorlar.

Kadınlar bunun gayet farkında. Gene de bu yarışa gönüllü katılarak benliklerinden, psikolojilerinden ve hatta hormonlarından ödün vererek ipi önde göğüsleme savaşına giriyorlar.
Sanki bu yarışı önde bitirmek gerçek kazançmış gibi.

Peki uyanış nasıl olmalı ?

Kurallar gayet basit:

1 - Öncelikle kadınlık gururu ve özgüveninizi her zaman sağlam tutun. Bunu siz ayaklar altına alırsanız karşı cins size hiç acımaz; çok fena sizi kullanır, daha iyisi çıkınca da sizi bir kenara fırlatır.
Daha basit bir örnek mi lazım ? Bir erkek sizi gece onbirden sonra arayıp o saatte görüşmeyi teklif edebiliyorsa telefonu kapatın, adını rehberinizden silin ve sokakta rastlarsanız da selam dahi vemeyin ! Gün bitene kadar sizi aklına dahi getirmeyen birine verilebelecek en iyi değer budur çünkü.

2 - Erkeklerin yerine düşünmeyin ve bahane üretmeyin ! Size karşı erkeklerin her zaman sorumlulukları vardır. Bunu yerine getirmediklerini farkettiğinizde içinizden onu kaybetme paranoyasına karşı savunma mekanizması geliştirmeyin.
Örneğin; buluştunuz ama sizinle sohbete yoğunlaşmak yerine cep telefonuyla oynayıp ona buna mesaj atıyor ya da birileri aradığında uzun uzun konuşuyorsa sakın şöyle düşünmeyin " Ama benimle diye kafasını tamamen bana vermek zorunda değil sonuçta onun da bir hayatı var, hem kötü bir gün geçirmiş kafası dağınık, arkadaşları arıyor napsın açmasın mı ?" Onun yerine baktınız uzatıyor, çekin gidin. Zaten ha oradasınız ha değilsiniz belli ki adam için farketmiyor. Hiç değilse siz vaktinizi sizinle orada olmayan bir adamla kaybetmemiş olursunuz.

3 - İlişkilerde ya da öncesindeki o yumuşak tatlı geçişte erkek rolüne bürünmeyin ! Yani onu yemeğe çıkarmayın, hesabı paylaşın ama hesabın hepsini siz ödemeyin, durup dururken ufak hoşluklar olsun diye hediye almayın, sizden açıkça destek isteyene kadar hayatını kolaylaştırmak için kendinizi paralamayın ! Bunların hepsi sizin değil karşı tarafın yapması beklenendir çünkü..

4- Ve asıl başlangıç noktası: Yeni tanıştığınız bir erkek var, karşılıklı olumlu sinyaller aldınız, e iyi. Sakın kendinizin ya da çevrenizin gazına gelip ilk adımı atan siz olmayın. Kısaca onu aramayın ! O da sizinle ilgilendiyse zaten sizi arayacaktır. Ama yok yanılmış ve adamın tamamen aklından çıkmışsanız sizin onu aramanız yanlış sinyal gönderebilir. Zira erkekler kadınlara benzemez kızlar; söyleceğim şudur ki erkekler asla hayır demez !

5- Kendinize bir hayat edinin ! Kadınlar bu gönül ilişkilerini o kadar saplantı yapıyorlar ki hayatta başka hiçbirşeye vakit kalmıyor. Belki biraz aile, azıcık arkadaşlar, ama onlarla bile geçen vaktin çoğu erkekler ve ilişkiler üzerine kuruluyor. Oysa en ilkel erkek organizması bile dolu dolu bir hayata sahip olabiliyor. Futbol takip ediyor, arkadaşlarıyla ocakbaşına gidiyor, sevdiği yönetmenin filmlerini alıp evde DVD izliyor ve hatta kendi kendine bir sürü hobi geliştiriyor. Hal boyle olunca, adamların aklında romantizme ayrılan alan oldukça daralıyor. Siz de kendinize daha çok alan yaratıp ilişkilerle ilgili saplantınızı minimuma indirmeye çalışın ! Üstelik hayatı dolu olan biri boş olan birinden her zaman daha caziptir.

Bunlara karşın hala kendinizi kaybeden taraf görüyorsanız o zaman tek kural işler: çevrenizi ve ilgilendiğiniz erkekleri yeniden gözden geçirin !

10 Şubat 2010 Çarşamba

Düşmeyin bu tuzağa !

Tüketim manyaklığının insanlığı ikiye böldüğü ve uydurma bir gün olan 14 Şubat kandırmacadan başka birşey değil.

Bunu zaten herkes biliyor.

Kara kışın ortasında sevimsiz bir gün. Yılbaşı gecesi olduğu gibi kimse havafişekler atıp sarhoş kafa şarkılarla ortalığı da şenlendirmiyor üstelik.

Ama yeni ilişkiye başlayanlar ya da romantizmi yanlış yorumlayanlar kapitalizmin bu çarkına kapılıp gidiyorlar sürekli.

Bundan yirmi yıl önce 14 Şubat, Amerikalılar dışında herkes için sıradan bir gündü.

Bugün ise tablo şöyle: Güzel bir akşam yemeğine normaldekinin iki katı fiyat biçen restoranların, bir yerine iki tane hizmeti satabilecek olmanın muhteşem zevkiyle kavrulan seyahat ve otel işletmecilerin, fiyatı aslında 1 Lira bile etmeyecek tek bir gül dalını, 25 liradan elini öpeceklere verecek çiçekçilerin, çiçek yetmez bir de çikolata gelsin diye yarışa sonradan katılan pastanelerin ve insanın hediye etmek aklına bile gelmeyecek türlü maddenin pazarlanmaya çalıştığı tamamen suni bir gaz olayı.

Biz ki çocukluğumuzdan beri Anneler ve Babalar gününde ufacık bir hediye ile ailemizin gönlünü yapmayı, yakınlarımızın doğum gününde onları telefonla arayıp mutlu edebilmeyi adet edinmiş bir toplumken, neden bu 14 şubat manyaklığında kendimizi para saçmaya adapte ediyoruz anlamış değilim.

Yok kampanyadır, yok sevgilinizi mutlu etmenin günüdür diye kredi vermeye meraklı bankalardan bile fırsat bu fırsat diye SMSlerin yağdığını, kalpli güllü e-postaların saat başı sizi taciz ettiğini biliyorum. Ofiste, okulda ya da dışarıda bazılarının 14 Şubat gecesi için şu yerde rezervasyon yaptırdığını işittiğinizde vicdanınızın sıkıştığının da farkındayım.

Ama durun ve kendinizi dinleyin. 14 Şubat gibi dünyada bu salgına kapılmış milyonlarca aşıktan biri misiniz gerçekten ? Sevgilinizle tanıştığınız o ilk gün, ona olan hislerinizle yüzleştiğiniz an ya da evlilik yıldönümünüzün yanında 14 Şubat'ın sizin için ne anlamı var ki ?

Ha, diyorsanız ki herkes buna kapılmış giderken yobaz kafalar gibi görmezden gelemem o geceyi, o zaman açın güzel bir şarap için karşılıklı. Ya da içki sevmem diyorsanız oturup güzel bir film izleyin. Yeter ki cebinizi boşaltmadan yanyana olmanın tadını çıkartın.

Ve duygularınızdan ticari fayda sağlayacak kimseyi aranıza sokmayın !

6 Şubat 2010 Cumartesi

İş ve yaşam dengesi

Masa başında memur modeli çalışan insanların, yaşamlarının yirmidört saatini işle doldurma çabasına anlam veremiyorum.

Söz konusu bir hayat kurtarma ya da bir canlının yaşamından sorumlu olmak değilse ben hiçbir işin mesai saatleri dışına taşmasını doğru bulmuyorum.

2000li yılların, mobil teknoloji sayesinde, işin peşimizi asla bırakmadığı bir model oluşturduğunu biliyorum ama durup düşünün lütfen, zaten bütün gününüzü, enerjinizi, ruhunuzu ortaya koyduğunuz işiniz, siz ofistikten çıktıktan sonra değil de ertesi gün tekrar masasınıza döndüğünüzde kaldığı yerden devam etse kayıp ne olur ?

Bizim ofiste ne zaman görsem mutlaka yanındaki birileriyle ya da cep telefonuyla konuşan, geri kalan zamanda da toplantılarda olan genel müdürümümüz şöyle dedi bir gün

" Eve gidiş yolunda kendime bir yer belirledim. O yere geldigimde telefonda kim olursa olsun şu an konuşamam yarın devam ederiz diyerek telefonu kapatıyorum ve işi kafamdan kovup artık eve yoğunlaşıyorum."

Yani bu adam şunu anlatmak istiyor: Eve vardığında onu karşılayan eşi ve üç çocuğu karşılarında ya telefonla hala konuşan ya da aklı işte kalmış bir iş adamını değil gerçekten görmeyi umdukları aile babasını buluyorlar.

İş hayatına yeni atılmış ya da sosyal hayatı işi kadar dolu olmayanların da işlerini mesai saatleri dışına taşıma merakını hoş karşılamıyorum. İnsan hayatını işle değil iş dışında herşeyle doldurmalıdır. Zaten ömrünün kırk yılı çalışarak geçiriyorsun neden geceni ve hafta sonunu da gönüllü katledesin ki ?

Bir de kusura bakmayın ama çok çalışan imajı hafta içi gece onbirlere kadar bilgisayar başından kalkmayarak ya da hafta sonlarını çalışarak geçirmekle değil elinizden gelenin en en en iyisini mesai saatleri içinde gösterebilmenizle oluşabiliyor.

Patronunuz, hafta sonu elinde içkisi, arkadaşlarıyla çakırkeyif halde eğlenirken cep telefonunda sizden gelen bir eposta gördüğünde, onda uyandırabileceğiniz yaklaşım takdir değil sizin tam bir acınası vaka olduğunuzdur.

Ama benim işim çok, mesai saatleri kurtarmıyor, toplantılardan işimi yapmaya vakit kalmıyor diye sonu gelmez bahaneleriniz olduğunu biliyorum. Ancak dediğim gibi her ne yapıyorsanız o epostaları göndermek, rapor sunumlarını, tablolarını oluşturmak bir hastanın sağlığına kavuşmasına fayda etmeyecekse kendinize yazık ediyorsunuz.

İş, hobi ve yaşam tarzı değildir. Bunun tersine inananların hayata dair çok şey kaybedeceklerinden emin olabilirsiniz.

Bir de bunun iş hayatında sizi ileriye taşımayacağını...

5 Şubat 2010 Cuma

Kısır döngü

Hayat gerçekten sürprizler mi dolu acaba ?

Canımızın hiç gitmek istemediği bir arkadaş ortamında, hayatımızın en eğlenceli gecesini yaşayacağımızın önceden yazılmış bir yazgı olduğunu hepimiz yaşadık ve gördük.

En heyecanlı Amerikan filmlerinde karısına el sallayan adamın, arabasına bindikten sonra çekimin uzaktan yapıldığı sahnede o arabanın havaya uçacağını artık hepimiz tahmin edebiliyoruz.

Youtube`dan bulduğu komik videoyu arkadaşlarına gönderen insanların, o videoya her zaman arkadaşlarından daha çok güldüğünü de biliyoruz.

Etkisinde kaldığınız bir kitabı övdükçe beklentileri yükselttiğiniz, dolayısıyla kitabın başkalarınca beğenilme ihtimalini de aynı oranda düşürdüğünüz artık kesin bir gerçek.

Rüyaları dinlemeyi korkunç sıkıcı bulsak da anlatmaktan vazgeçemiyoruz.

Büyük ikramiyenin onu en çok isteyene değil bileti satın almış olduğunu unutanlara isabet ettiğini görüyoruz.

Söz konusu gönül ilişkileri olunca büyük konuşmanın fena sonuçlara neden olduğunu ama bundan dolayı kimsenin de şikayetçi gözükmediğini hayatta bir kez olsun yaşamışızdır.

Hayata bebeklikten sonra çocuk olarak devam etmenin acısını çektiğimiz için o ızdıraplı yıllar boyunca hep büyümeği istemiş olduğumuzu unutuyoruz. Ve büyüyüp sanki çocukken bizi dikkate almayan, bizi bir türlü dinlemeyen büyüklerimizi artık anlarmışız gibi çocuklarımız yüksek sesle iletişim kurmaya çalıştıklarında öfkeleniyoruz.

Kafamızın içindeki kötü görüntüleri ve anıları silmesi için psikiyatri tedavisine para akıtırken yan şeritteki trafik kazasında ne kadar dehşetli bir manzara var diye yakalamak için merakla enkaza seyrediyoruz.

Hayat gerçekten sürprizlerle mi dolu ? Yoksa dönüp dolaşıp hep aynı yere mi geliyoruz ?

1 Şubat 2010 Pazartesi

Türkçe utanılan bir dil midir ?

Ortaokuldayken Türkçe öğretmenlerinin dilimizle ilgili tutumları bana abartılı gelirdi. Mesela bir tanesi testlerde efendim a-b-c-d oluyormuş da neden a-b-c-ç olmuyormuş diye söylenirdi, Ç Türkçe harf değil miymiş ?

O zamanlar Internet'in olmamasına yatıp kalkıp dua etsin diyorum sevgili öğretmenimin; şu anda muhtemelen dil elden gitti diye karalar bağlamıştır zaten. Ne de olsa bundan yirmi yıl önce utanmadan kullandığımız sözcükleri kulağa daha seksi geliyor diye İngilizce karşılıklarına kurban vermiş durumdayız.

Örneğin:

Show: Gösteri demek tabi daha banal, oysa show öyle mi ? Aman Allahım, Show yani yüce bir eylem, muhteşem ötesi !!

Center: Merkezmiş, aman sanki polis merkezi, nasıl da böyle kamuya mal olmuş bir yer izlenimi veriyor. Ama mesela önüne bir başka İngilizce sözcük katınca yeme de yanında yat, bakınız: Fitness Center, pek bir elit pek bir şık..

Spontane: Kendiliğinden, doğal, bir anda? Yok yok, bizim dilimiz yetersiz kalıyor, spontane en güzeli. Hem doğal, hem kendiliğinden gibi değil mi ?

Agresif: Asabi kaba kalıyor tabi, agresif olmak sanki daha çekici. Hırçın gibi adeta ama hırçından daha sert daha kendini bilmez, özgür bir hal agresif, değil mi ?

İşte böyle aynen dalga geçer gibi Türkçe'yi her geçen gün öldürüyorlar.

Bir de bunu yeni doğanlara isim verme kaygısı izliyor son yıllarda. Efendim hangi adı koymalı ki bebe büyüdüğünde Amerika'ya, Avrupa'ya gittiğinde o isimle zorlanmasın.

Bak sen..

Sanki bizim isimlerimiz oniki harfli ve söylenmesi zor harf dizelerinden oluşuyor. Bize Christopher, Ian, George gibi isimleri öğrenmek zor gelmiyor da elin adamına Şebnem, Çağrı, Yiğit gibi isimler mi işkence oluyor ?

Benim ortaokuldaki öğretmenim şıklarda Ç yok diye ağlanırken; bugün onun yetiştirdiği neslin Ç-Ş-Ğ gibi harfleri çocuklarından sakınma telaşından daha acınası ne var Türkçe adına ?

Türkçe utanılacak bir dil ise o zaman baştan yıllarımızı ziyan etmeyelim okullarda. Eğer, yok Türkçe bizim kültürümüzün en temel taşıysa o zaman o taşı sırtlayıp gururla taşımak da herkesin görevi diye düşünüyorum.