30 Ocak 2009 Cuma

Yakınlarda hep birinin olmasının faydası

Televizyondaki kozmetik ürün reklamında " Kaz ayağı görünümünden kurtulun" sloganını duyunca o da nesi diye atladım. T bölgesinden sonra yeni bir keşif mi oluyor derken " Göz kenarındaki kırışıklıklar yandan bakınca kaz ayağına benzer ya o yüzden öyle deniyor" açıklaması geldi.

"Hımm peki" dedim

" Ansiklopedik şeyleri sen biliyorsun, ben de böyle sosyal konuları" diye tesellisi geldi hemen ardından.

İki yıl önce birlikte Paris'te dolanırken " Vay, Cartier'e bak kocaman mağazası varmiş." diye atladığında ben " Cartier ne ya ?" diye saf saf sormakla onu dumura uğrattığımı anımsayınca kesinlikle bu sefer ona hak verdim.

Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki siyah, beyaz ve melez ırkın nüfus içindeki dağılımını bilen uzaylı mı olmak yoksa dünyada ünlü mücevher firmalarını yakından takip eden biri mi olmak doğrusudur diye bir ayrım yok elbette.

Ama güzel olan iki farklı karakterin böyle yanyana durup birbirlerine bilgi beslemesinde arka çıkmaları sanırım :)

23 Ocak 2009 Cuma

Önyargı ve öncedenen denemeye dayalı yargı

Onu sevmem, bunu içmem, bunlara kılım söylemlerini kullanmayı hobi edinmiş bir halkız. Yeniliklere kapalı oluşumuzla gurur bile duyarız. Ama zamanı gelip de ben aslında şunu bunu sevmem ama bunu denedim güzelmiş diye de itiraf etmekten de çekinmeyiz.

Buna gereksiz bir önyargı diyorum ben. Nefret etmek gibi oldukça sert bir duyguyu damgalamalarda kolayca kullananlara anlam veremeyişim de bundan kaynaklanıyor. Hoşlanmamak ya da en kötüsü ısınamamış olmak, sevmemek bir başkadır ama nefret etmek neden bu kadar kolay olabiliyor bilemiyorum.

Bu tür yargıları yapıştırmak da işin kötüsü hiçbir hayat tecrübesine ve hatta belki de hayat görüşüne dayanmayan sonuçlardır. Ulusça en sevdiğimiz eylem olan bilmem ne ülkesi mallarını boykot etmek bunun en bariz örneği.

İtalyan mallarını boykot edeceğiz diye buzdolapları üstünde tepinenler, Fransız mallarını boykot edeceğiz diye yurdumda üretilmiş peynirleri mundar edenler ve şimdi sıra İsrail'e gelince, bilindik hiçbir İsrail malı olmadığı için bu sefer yahudi markası bu diye önüne gelen yabancı markayı listeye ekleyip birbirine göndermek cahilce bir yargılamanın sonucundan başka birşey değil. Ve kabul edelim, birşeyi satın almamaktan çok onu satın almamayı bas bas bağırmak da gayet komik bir tepki.

Bir de gerçekten hayat tecrübesine dayanan yargılar vardır ki ben buna daha çok anlamlı yaklaşmalıyız diye düşünüyorum.

Mesela Fransızları genelde sevmeyiz çünkü bize göre İngilizce bilmezler, bilseler de konuşmazlar, burunları kalkık ukalalardır ve aslında zor insanlardır; koca bir ulusla ilgili genel önyargı bu şekilde. Özellikle iş hayatında Fransızlarla muhattap olanlarlar profesyonel anlamda ırkçı yaklaşırlar bu ülke insanına. Hayatlarına gerçekten hoşlanabilecekleri bir Fransız girip de adamcağız kendini kabul ettirene kadar zorlu bir süreç olacaktır kesinlikle.

Ya da akrep burcu birkaç erkek arkadaşı olmuş ve şansına hep aynı hüsrana uğramış kızlar akrep erkeği isim tamlamasını duyar duymaz yaka silker ve hemen çevrelerindeki tüm kızları uzak durmaları için uyarırlar bu "sürüngen" burcu erkeklerden.

Bunları çok mu duyuyoruz nedir bilmiyorum ama hiç de sorgulayan da görmedim neden ki diye. Neden bu kadar sert yargılısın, dünyada yüzküsür fransız, yedi milyar bölü oniki akrep burcu insanı varken neden bir kalemde çiziyorsun hepsini diye çok irdelemeyiz.

Fakaaat, adamın teki " Ben İsveçli ve Venezuella'lı kadınlardan hiç hoşlanmam, işim olmaz." dese herhalde birçok erkek bunu küfür olarak algılar. Çünkü akrep erkeklerden canı yanmış kadına ya da Fransızlarla çalıştığına bin pişman kişiye olan empatiyi burada kuzeyli veya latin kadınlardan kendini sakınan adamda asla kuramamızdan kaynaklanmaktadır.

E peki, daha denemediğin bile birşeyi sevmediğini söyleyen, hangi marka malı nasıl ve neden protesto ettiğini bilmeyen sen neden bir adamın o ülke kadınlarına soğuk bakma hakkına karşı durabiliyorsun ki ?


" Akrep erkeği ile işim olmaz."
" Hımm, evet bazen uyuz olurlar gerçi ama aralarında iyi olanlar da var."

" İsveç ve Venezuellalı hatunlardan uzak duracaksın abi !"
" Ne diyorsun olm ? Asıl sen benden uzak dur !!"

Bilmem aradaki ince çizgi gösterebildim mi ;)




16 Ocak 2009 Cuma

Tarih kitaplarına girmeye layık görülmemiş bir şahsiyet: Vecihi Hürkuş

Gülen Gözler filminde herkesin hastası olduğu ve Şener Şen'in canlandırdığı pilot Vecihi karakteri vardır. Bu filmi herhalde yetmiş kere izlemiş, süper kitap okurum diye geçinen, üniversite mezunu, otuzüç yaşımdaki ben daha ancak öğrendimki aslında bu karakter gerçekten yaşamış bir pilottan esinlenerek yaratılmış.

Vecihi Hürkuş.

Dün öğle yemeğinde iş arkadaşım bahsettikten sonra bilgisayar başına geçip de Hürkuş'un hayat hikayesini okudukça inanamadım ve okuyup da öğrendiklerimi gördükçe her zamanki gibi asabileştim. Şimdi aşağıda belli başlı önemli noktaları okuduktan sonra siz de böyle bir adamdan nasıl haberimiz olmadan bu ülkede bizi yetiştirmişler diye hayata isyan edeceksinizdir; eminim.

  • Vecihi Hürkuş, İstanbul, Arnavutköy 6 Ocak 1896 (1311) tarihinde doğdu

  • 1912’de Balkan Harbi’nde gönüllü olarak Edirne’ye giren kuvvetler içinde yer aldı. Sava sonrası Beykoz Serviburun’daki esir kampına kumandan oldu. Tayyareci olmak istiyordu. Birinci Dünya Savaşı’na girerek Bağdat cephesine uçak makinisti olarak gönderildi. Orada bir uçak kazasında yaralanarak İstanbul’a döndü. Yeşilköy’deki Tayyare Mektebi’ne girerek tayyareci oldu.

Ve şimdi dumur olmaya hazırlanın..

  • 1917 sonbaharında Kafkas cephesine, 7. Tayyare Bölüğü’ne atandı. Orada bir uçak düşürerek Kafkas Cephesinde uçak düşüren ilk Türk tayyarecisi oldu. Bir hava savaşında yaralanarak düşünce esir düştü. Esir olarak Hazar Denizi’ndeki Nargin adasına gönderildi. Azeri Türklerinin yardımı ile adadan yüzerek kaçtı. Birlikte kaçtığı bir arkadaşıyla Erzurum’a kadar yaya olarak geldiler.

  • İstanbul işgal edilince esaretten dönen askerlerin arasında gizlice gemiyle Mudanya’ya, Bursa’ya ve Eskişehir’e giderek Kurtuluş Savaşı’na katılmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın ilk ve son uçuşunu yapan, İzmir hava alanını işgal eden tayyareci olmuş, üç defa takdirname alarak kırmızı şeritli İstiklal Madalyası kazanmıştır.

  • Edirne’ye yanlışlıkla inen bir yolcu tayyaresini alma görevi verilmiş ardından hizmet karşılığı bu uçağa adının verilmesi, 1919’dan beri uçak projeleri yapan Hürkuş’ta uçak inşa etmek düşüncesini yeniden canlandırmış. Ganimet olarak Yunan’lılardan ellerine geçen pek çok motordan yararlanarak projesini hazırlayıp ilk uçağı Vecihi K VI’ yı imal etmiştir. Ancak ürettiği uçak heyetten onay almayınca sonunda dayanamaz ve uçuşunu yapar ancak cezalandırılır. O da Hava Kuvvetlerinden ayrılır.

  • Atatürk’ün “İstikbal göklerdedir” yönermesiyle havacı bir kuşak yetiştirmek için kurulan Türk Tayyare Cemiyeti, halkın bağışları ile yaşayan bir kuruluş olacaktı. Bunun için bir okul açmak, milli bir hava sanayi kurmak amacındaydı. Hürkuş, yaptığı uçağını geri alıp, T.T.C.’nin bağış toplama faaliyetlerinde kullanarak halka havacılık sevgisini aşılamak istiyordu ama, uçağını geri almayı başaramadı. Bağış toplamak için bir madalya tüzüğü hazırlandı. Bağışa göre bronz, gümüş, altın ve elmaslı madalya verilecek, 10.000 TL. bağışlayanın adı da alınacak uçağa ad olarak verilecekti. ilk yardım Ceyhan ilçesinden gelmiş, 10.000 TL telgrafla bağışlanmış, alınan ilk uçağa da Ceyhan adı verilmiştir. Hürkuş’un uçakla yurtiçi bağış gezileri de bu uçakla başlamış.

  • 1930 yılı yıllık iznini 2 ay ücretsiz olarak uzatıp Kadıköy’de bir keresteci dükkanını kiralayarak, 3 ay içinde ilk Türk sivil uçağını, aslında ikinci uçağı Vecihi K-XIV uçağını inşa etmiştir. İlk uçuşunu 16 Eylül 1930’da Kadıköy Fikirtepe’de büyük bir kalabalık ve basın topluluğu karşısında yapmış. Uçak iki kişilik, tek motorlu spor ve eğitim uçağıdır. Uçağı ile birlikte uçarak Ankara’ya dönmüş, Ankara üzerinde bir gösteri yapmış, Başbakan İsmet İnönü ve bazı komutanlar tarafından uçağı incelenerek tebrik edilmiş. Uçabilirlik sertifikası verilmesi için İktisat Bakanlığına müracaat ederek müsaade istemiş. 14 Ekim 1930’da, “Tayyarenin teknik vasıflarını tespit edecek kimse bulunmadığından gereken vesika verilmemiştir” cevabını almış.

  • Bakanlık aracılığyla uçağa istenen belgenin alınması için Çekoslovakya’ya gönderilmesi kararı alınmış. Hürkuş, Prag’a geldiğinde henüz tayyare gelmemişti. Tayyareye ait bütün resmi evrak önce Çek diline çevrilmiş, uçak gelince de tekrar monte edilerek uçağın malzemeleri ve her türlü teknik kontrolu yapıldıktan sonra uçuşu istenmiş. Her türlü uçuş şekilleri ile uçuşun kontrolu tamamlanmış. Hürkuş 23 Nisan 1931’de Çekoslovakya’lı yetkililer tarafından civardaki bir gazinoda düzenlenen bir törenle, baş köşesinde “Yaşasın Türk Tayyareciliği” yazılı bir pankartla onurlandırılarak uçuş müsaadesini almıştır. 25 Nisan 1931’de Çekoslovakya’dan uçarak Türkiye’ye gelmek için yola çıkıp 5 Mayıs 1931’de Türkiye’ye gelmiştir.

Buraya kadar gösterdiği çaba, Türk Havacılığını geliştirmek adına verdiği emekten dolayı bile her kentte adına bir cadde olması gerekir. Ancak yazıyı uzun tutmak istemediğim için ancak girişini yapabildiğim hayat hikayesi ve çok daha önemli bilgileri aşağıdaki adresten okuyabilirsiniz Mutlaka bakmanızı öneriririm http://www.tayyareci.com/hvtarihi/vecihihurkus/index.asp

Yakın zamanda CNN Türk'te 5N1K'ya konuk olan 90 yaşındaki kızının katıldığı programa da belki bir yerlerden ulaşabilirsiniz. Benim şimdiki hedefim zira öyle.

Böylesine önemli bir şahsiyetten beni bilgilendirmeden bu yaşa getiren ve şimdi Hürkuş hakkındaki belgelere ulaşmak için süründüren zihniyete olan hislerimi anlamış olacağınızı diliyor, Gülen Gözler filmi sayesinde Hürkuş'la bizi bir şekilde tanıştıran rahmetli Ertem Eğilmez'i saygıyla anıyorum.



12 Ocak 2009 Pazartesi

Darfur


Hazır son günlerde insanlık adına duyarlılık kampanyaları başlamışken son beş senedir aralıksız kanayan bir yeryüzü trajedisini tekrar anımsamamızda fayda var.

Sudan'ın Darfur bölgesinde beş yıldır ara vermeksizin süre gelen çatışmalarda sadece belgelenen ölüm sayısı 400.000. Hükümete karşı gittikçe bölünerek hem kendi aralarında hem de otoriteye karşı eylemler yapan isyancı gruplar yüzünden ne bölgede ne ülkede insanlık namına bir değer kalmadı. Zaten açlıktan sefil olan halk bir de isyancı gruplara destek oldukları gerekçesiyle kendi hükümetlerince soykırıma uğratıldılar. Bu uygulamadan dolayı Birleşmiş Milletlerin tepkisi ise halka destek çıkmak yerine hükümetin gözünü ambargoyla korkutarak yine faturayı parçalanan ailelere, tecavüz edilen çocuk ve kadınlara, işkenceyle yok edilen her yaştan Sudan'lıya çıkartıyorlar.

Her konuda (!) süper duyarlı ( !!! ) olan bizim ülkemiz ise Lahey Uluslararası Adalet Divanı Başsavcısı tarafından tüm bu yaşanan katliamlardan ve insanlık suçundan sorumlu tuttuğu devlet başkanını ( ben böylelerine ancak diktatör derim ) daha bu yaz Türkiye-Afrika zirvesinde ağırladı. Verilen mesajlarıyla sirki anımsatan bu zirveden geriye kalanlara ayrıca değinmek gerekir. Ne var ki insanlık trajedilerine hassas yurdum insanının bu caninin ülkemiz topraklarına adım atıyor olmasına bile karşı bir duruşu olsun isterdim.

Darfur 2003 yılından beri tüm dünya haber ajanslarında ve sivil toplum hareketini destekleyen örgütleyen internet sitelerinde bol bol yer alıyor. MTV müzik ödül töreninde sahneye çıkan grupların tişörtlerinde bile Darfur'a dikkat çeken mesajlar veriliyor. Yani haberdar olmaktan kaçınanları bile kovalayabilecek boyutta artık Darfur.

Türk Havayollarının haftalık düzenli Hartum seferlerini yapan uçakları kadar mesafedeki oldukça yakın ülke Sudan. Yani gönderilecek yardımlara aracı olan kuruluşları öğrendikten sonrasında erzakları, kıyafetleri, ilaçları yardıma muhtaçlara göndermek dahi çok kolay bir adım.
Google'da " Help Darfur " yazın ve geceleri kafanız biraz daha rahat nasıl uyuyabileceğinizi öğrenmek için elinizden geleni ortaya koyun !

8 Ocak 2009 Perşembe

Kaybedenler klübü

Her dönem alt kültürde mutlaka aykırıların de kendi içlerinde öne çıktığı moda atılımlar olmuştur. Çoğunlukla da bunun altında isyan vardır.
Punk akımı 70li yılların gözü, kulağı neredeyse her duyuyu taciz eden anarşist yayılımı en bilinen alt kültür patlamasıdır. Bilmeyenler için kafası yarım yamalak kazınmış, diken ve renkli saçlar, çivili deri ceketler olarak algılanırlar . Oysa sadece kıyafet yansımasının altında işçi sınıfının yoksulluğu ve turizmden başka hiçbir şeye hitap etmeyen monarşik yapının boşluğuna karşı bir ayaklanmadır bu punk akımı.
Bir bakıma sosyal ve ekonomik açıdan toplumun dip kazıntılarının kaybeden olmaya karşı isyanıdır. Aynı zamanda kaybeden olmanın da bir nevi haklı gururudur.

90'lı yılların sonlarına doğru hareketlenen bir başka kaybeden duruşu da kendilerine açık ve net biçimde Kaybedenler diyen pasif, tembel ve nihilist gençlerden gelmiştir. Üniversiteye giremedim, üniversiteye girdim ama sınıfta kaldım, üniversite bitti ama işsizim, sevgilim de yok, param da, zaten de çirkinim, ben şöyle bir köşeye kıvrılır içkimle sigaramı içerim söylemlerindeki entel arabesk eziklerden başka bir şey değildir bu kaybetmişler.
Aslında kaybetmeyi baştan gönüllü kabullenmişlerdir, çünkü idolleri Charles Bukowski'den öğrendikleri Kaybeden olmanın o dayanılmaz karizmasını sevmişlerdir. İster maske olsun, ister işlerine gelsin geceleri Kent FM'de sarhoş Mete Avunduk'u dinleyip kendilerinden birşey bulan bu topluluk da sonuçta bir nevi isyanı temsil eder ve bu moddan depresyona girmeden sıyrılmayı çok iyi başarmışladır. Zira ben artık etrafta Kaybeden olmayı çekici sayan ama kaybetmiş olmaktan dolayı da kendini yok sayan kimseyi görmüyorum artık.

Bir de hayatın her adımınında dişiyle tırnağıyla kazıyarak ayakta kalabilmiş ama ilişki içinde karşı tarafa boynu bükük duran kaybedenler vardır. Çoğunluğu kadındır ve haklı da olsalar, haksız da bunlar sürekli erkeğini kovalarlar. Onlar kovaladıkça erkek kaçar, kaçan değere biner, kovalayan gözden düşer ve sonuçta kaybeder. Kendi değerini ortaya koymadığı için karşı taraf da ona değer vermez. İsyan edemediği için karşı taraf sesini işitmez. Böylece kaybeden olmanın en yalnız halini yaşarlar. Her daim yanlarında olup sırtlarını sıvazlayan kader arkadaşlarını saymazsak tabi..

2 Ocak 2009 Cuma

2009 yılı için öneri

Teknolojinin götürülerinden biri de herşeyi çabucak tüketmemiz. Bana en çok dokunanı da insanların kimliğini, aile terbiyelerini ve duruşunu en açık biçimde gösterdiği iletişim denen olgunun bu hızla değişime uğrayıp tükenip gitmesi.

Çocukluk arkadaşlarımdan biriyle çok nadir görüşebildiğimizde kızcağız hep aynı şeyden dert yanardı. İki günlük insanlarla daha sık görüşüyoruz, halbuki esas dostlarımız eski dostlar,ve ne yazık ki artık eskiler gibileri gelmiyor derdi. Bakıyorum da daha otuzlu yaşların başında hakikaten binlerce insan girip çıkmış hayatıma ve aynı hızla yok olup gidiyorlar.

Baksanız cep telefonlarınızda, e-posta adres listelerinizde yığınla insan var ama son on gün aramalarınıza bakın hep aynı kişierle konuşuyorsunuz.

İnsanlar gelsin insanlar gitsin bununla bir sorunum yok. Sadece birilerinin bu hızla hayatınızı meşgul ettiği bu yaşam döngüsünde yeni gelenlere gösterdiğimiz özveriyi, ilgiyi ve en önemlisi o değerli zamanımızı eski dostlara da birazcık versek daha iyi olmaz mı ?

Bence insanlık, millipiyango biletlerine bel bağlayacağına ya da kendileri adına yeni yıl hedefleri koyacağına eski değerlerine, dostlarına sıkı sıkı sarılsalar ve yenilerle sadece vakit geçirip hoş beş etseler kolay kazanç esas bu olurdu.

Böylece ne yeni ve hızlı geleni anında tüketip postalarız...

Ne de eskilerle olan yakın mesafemizi cep telefonu ve e-posta uzaklığında sınırlarız..