Nereye baksam kucağında küçücük bebekle dilenen kadınlar..
Hangi gazeteye el atsam dayaktan tacizden tipi kaymış bebek ve çocuk haberleri..
Ne zaman yola çıksam elinden tuttuğu çocuğu yoldan yürütüp kendi kaldırım tarafından yürüyen dikkatsiz anneler..
Ne zaman televizyona baksam türlü türlü dizilerde rol verilmiş ve hangi koşullarda çalıştığı meşhul küçücük oyuncular..
Bu mudur yani 3 çocuk hediye edeceğimiz ülke ? Elinden kimin nasıl tutacağı belli olmayan çocukları üretmek için cesaretlendirdiğimiz insanlardan bunu mu bekliyoruz ?
Yukarıdaki manzaraları kanıksamış bir halde yaşayıp giderken, çocuk istismarcılarının cezalandırılmadığı, hatta bunu yapan ailesi ise çocukların tekrar ailesine teslim edilen bir düzende nasıl oluyor da 3 çocuk ?
Eğitim, sağlık ve sosyal güvence konularına değinmiyorum bile.
O yüzden kusura bakmasın kimse, çocukları çok sevdiğim ve değer verdiğim için kesinlikle desteklemiyorum bu söylemi !
Acımam, Harcarım !
6 Nisan 2012 Cuma
30 Mart 2012 Cuma
Şaka gibi
Yaklaşan 1 Nisan sebebiyle aklıma gelen bir gün var.
Çok yakın bir arkadaşım, öğretmen, bir gün tam okula yeni gitmişken annesinden haber geliyor. Babası vefat etmiş. Apar topar annesiyle babasının evine geliyor. Haberi alınca ben de bir saat içinde onlardayım. Rahmetli babası oturma odasında yerde, beyazlara sarmışlar. Öyle bakıyoruz.
Sonra erkek kardeşi ve eşi cenaze arabasıyla geliyorlar, babalarını tabuta yerleştirip araca bindirmek üzere çıkıyorlar.
Arkadaşım peşlerinden balkona koşuyor. Babasının son kez evden uzaklaşmasını izlerken ağzından şunlar dökülüyor: ' Şaka gibi ! '
Hayat bazen o kadar durağan ve aynı zamanda hızlı ki. Sizin için olağan bir gün işte böyle tek bir telefonla bambaşka bir yol alabiliyor. Sonra siz o düzene de alışıyorsunuz, sonra bir başka 'şaka gibi' haberle yeni bir düzene kaymaya zorlanıyorsunuz.
Başlarına gelmeyenler 'değişim iyidir' derler. Oysa alışılmışın dışına daha hazır değilken, aniden çıkmaya zorlanmak pek de iyi bir deneyim değildir. Sizi tecrübelendirir, etrafınızdakilere farklı gözle bakmanızı sağlar. Herşeyden önce silkeler. Belki sonucu olabilir ama kendisi bence pek o kadar de iyi değildir değişimin.
Şimdi ben de kendi kendime 'şaka gibi' dedikten sonra uzaklaşıp giden eski düzenime bakıp yenisi için kendimi hazırlamaya başlayacağım. Muhtemelen uzun, eminim zor ama umudumu kaybetmeyeceğim bir yolda kendimi koyvermeden devam edeceğim.
Bakalım..
12 Ekim 2011 Çarşamba
Kim izliyor kardeşim bu dizileri ?
Özel televizyonların var olduklarından beri TRT'nin dizi anlayışına karşı bir mücadele verdikleri kesin. Ülkede sadece TRT varken yayınlanan dizileri hatırlıyorum da genelde dramaydı hepsi. Hep tiyatro ve sinama oyuncuları rol alırdı. Benim hatırladığım bizide rol olan tek şarkıcı Ayşegül Aldinç'ti.
Özel televizyonlar bu kuralı baş aşağı yaparak bir çığır açmayı denediler. İki günlük şarkıcıları başrole koyup etrafına gerçek oyuncuları serpiştirip abuk sabuk senaryolarla dizi üstüne dizi denediler. Çok uzun süre tutmadı bu. Ama tabi sonunda deneme-yanılma yöntemiyle, işin sırrının sadece bütçeyi arttırmak olduğunu öğrenerek seyirciyi tavlamayı başardılar.
Sonuç ? Sonsuz yerli dizi patlaması !
Halimiz o kadar acınası olmuş ki artık ulusal kanallarda yabancı bir film izleyebilmek için yazın gelmesini ve dizilerin tatile girmesini bekliyoruz. Ya da paraya kıyıp Digitürk gibi paralı yayınlar satın almamız gerekiyor. Yabancı dizi izlemek için ne yapmak gerekiyor peki ? Mesela CNBC-E ve E2 dışında yabancı dizi yayınlayan kanal var mı acaba ? Kaldı mı ?
Gelelim son yıllarda yayınlanan ve yayınlanmış 23434548375948375848975 tane diziye. Sanki birer mitöz bölünme gibiler. Birbirine kavuşamayan aşıklar ve hayatta tüm amacı onların arasını bozmak olan kötü insan senaryoları hala revaçta elbet.
Ama buna bir de mahsun bakışlı çocukların öne çıktığı, çok fakir insanların aşırı zengin insanlarla yollarının kesiştiği, 50lerde, 60larda, 70lerde geçen dönem dizileri, konusuyla tek ortak yanı karakterlerin isimleri olan süper kötü roman uyarlamaları, dünyada tutmuş ama ülke insanımızın bihaber olduğu dizilerden çalıntı, ya ahşap konaklarda ya da çok acayip villalarda geçen diziler eklendi mi tamam, bu işin mayası tutuyor.
İşin acı kısmı da her dizinin arkasında yatan ciddi insan emeğinin olması. Bu kadar kötü senaryo ve oyunculukla ard arda dizilmiş her dizide resmen bir yetenek ziyanı söz konusu. O kadar çaba ve parayla o kadar dizi yapmak yerine elle tutulur 5 dizi çıkarsalar inanın Türkiye'deki diziler komşu ülkelerde ikon olmaktan çok daha iyi yerlere gelecektir.
Hadi birileri pişirip pişirip aynı kötü tatlı yemekleri önümüze koyuyor diyelim. Peki neden bu kadar insan kendilerini kaybedercesine kaptırıyor kendini bu dizilere ? Yemin ediyorum, ne zaman bir dizi muhabbetinin ortasında kalsam ya da daha kötüsü bir dizinin izlendiği ortama girsem kendimi zombiler arasında hissediyorum. Ama daha insan eti yemesi gerektiğini fark edememiş, sadece uyuşuk ve sürekli aynı şeyi yineyelen türden zombilerin.
Nedir kardeşim bu dizilerde sizi yakıp kavuran ? Nedir sizi heyecanlandıran bu garip hikayelerde ? Var mı sizi şaşırtan sahneler, büyüleyen oyunculuklar, etkileyen diyaloglar ? Bu işin tek medyumu ben miyim yahu? Nedir bu sittin senedir bitmeyen dizi merakı, söyleyin dostlar !
1 Ekim 2011 Cumartesi
Üçüncü sayfa haberi yapmak ister bu deli gönül
Biraz önce Twitter'da okudum. Türk gazetelerindeki tek doğru bilgi, tarihtir diye. Acımasız ama haklı bir eleştiri aslında.
Çocukken gazete okumaya bayılırdım. Evde yere yatar, gazeteyi önüme serer, tek tek her haberi gözden geçirirdim. Şimdilerde önüme gazete koysalar, sanki mikroplu bir bulaşık beziymiş gibi elimin tersiyle itiyorum.
Hala gazeteyi yalar yutar gibi okuyan arkadaşlarım var, onları kıskanmadan edemiyorum. Zira bende ne o sabır ne de dayanıklılık kaldı.
Gözümde elle tutulur tek gazete Cumhuriyet. O da içimi kararttıkça karartıyor. Ancak uçak yolculuklarında okur olmuştum bir ara. Uzun ve kaçışı olmayan yol boyunca mecburen okunabildiği için. Hem de ne yalan söyleyeyim biraz da tüm gazeteleri elden geçirdikten sonra gene mecburen Cumhuriyet'e el atmak zorunda kalacak diğer yolculara verebilmek için..
Neden bu kadar soğudum gazetelerden ? Açıkçası tencere, tava verdikleri dönemde bile hala sevimliydiler bence. Şimdi ise ya canlarının istediğini haber yapıyor ya da baskı altında haber yapmaya zorlanıyor gibiler. Bir de tek bir haber ajansından kopyala-yapıştır şeklinde aynı haberi tonla gazetenin birebir aynı geçmesi de cabası.
Ama gazetelerimizde hala değişmeyen birşey de var tabi: Üçüncü sayfa haberlerindeki yaratıcılık gücü. Birbirini kesip doğrayan aşıkların, eşlerin, babaların ve çocukların haberlerindeki sebepler adeta sıkı bir Stephen King okurunun elinden çıkma gibi.
Artık o muhabirler hastane civarında mı takılıyor, yoksa eskisi gibi polis radyosuna takılıp olay yerine mi gidiyor nasıl haber kovalıyor bilmiyorum. Emin olduğum şey ortada bir cinayet ya da tecavüz varsa çok fazla derinine inmeden üstüne çok güzel süslü hikaye yaratabildikleri.
Lise ikideyken sıra arkadaşımın ailesine bir gazeteden araba çıkmıştı. Ertesi gün tabi gazete hemen ön sayfada anne ve babasının resmini yayınladı. Ellerinde gazete oturmuş zoraki bir ifadeyle poz veriyorlardı. Gazetemizi çok seviyoruz, çok teşekkür ederiz şeklinde de standart bir açıklama tabi. Arkadaşım ise eve gelen muhabirlerin annesiyle babasının eline gazeteyi tutuşturup fotoğraflarını çektiğini ve onlara her hangi birşey sormadan etmeden gittiklerini anlatmışlardı. Yani haberde iki doğru vardı. Araba kazandıkları ve yanyana duran bir karı-koca fotoğrafı.
Muhabirleri, editörleri yermiyorum. Herşeyde olduğu gibi yönetimle, tepeden gelen emirlerle ve elbette ekmek kavgasıyla ilgili bu işler. Mesleğine inanan, zor koşullarda görev yapan ve sadece eli kalem tuttuğu için yargılanıp hapise atılan gazetecilerin olduğu bir ülkedeyiz, sakın onları da dahil ettiğimi düşünmeyin. Benimki tamamen bir olay ve fotoğraftan muhteşem ve özgün hikayeler yaratıp haber diye yayınlayan gazete mantığına olan tepki.
Bir de baldızını kaçırıp hamile bıraktıktan sonra kaçan adamın, üst komşusuna gece elektrik süpürgesi çalıştırdığı için kafa göz giren kabadayının ya da hızlı başlayıp erken biten gecedeki trafik kazalarının meraklısı okur kitlesi var ki onlara zaten ne sunsan inanıp bir de etrafındakilere koşturarak anlatırlar ya.. O yüzden tıpkı Ayhan Sicimoğlu'nun deyişiyle hastasıyım şu üçüncü sayfa haberlerinin..
20 Eylül 2011 Salı
Vi ar di vörld vi ar di çildırın
Seçme yurdum şarkıcılarının Somali'ye büyük sefer düzenleyeceğini öğrendiğimde aklıma şöyle bir görüntü geldi. Mağrur ve üzgün Audrey Hepburn taklidiyle Ajda Pekkan kemikleri çıkmış bir Afrikalı çocuğu kucağına almış sarılıyor..
Neyseki bu sahte tablo gerçekleşmedi. Onun yerine Nihat Doğan Somali halkı ile Türk halkı arasında hangisinin ' insan ' olduğu karmaşasını yaşadı. Sertab Erener yerel dansçılara eşlik etti. Geçti bitti.
Benim Somali ile ilgili anlamadığım konu şu. Somali zaten fakirlik, iç savaş ve açlıkla boğuşan bir ülke değil miydi ? Neden bir anda Türkiye bu ülkeyi kucaklama ihtiyacı hissetti ? Ne bileyim, ilkokuldan beri kardeş ülke diye anlatılan Pakistan geçen yıl sel felaketinde yüzbinlerce insanı evsiz bırakırken, zaten fakir halk üstüne salgın hastalık ve açlıkla mücadele etmek zorunda kalırken, hatta dünyanın dikkatini çekmek için Angelina Jolie bile orayı ziyaret etmişken neden Somali kadar popüler yardım hedefi haline gelmedi bizde ?
Ya da madem amaç dünyanın en yoksul halklarına destek olmak ise Kongo, Birundi ya da Sierra Leone gibi diğer ülkelerin, yıllardır diktatör azabından yarım milyon insanın hayatını kaybettiği Darfur'un Somali'den farkı ne ?
Bundan on yıl önce de yüz yıl önce de Afrika hep acı içindeydi. Kara kıta adını halkın deri renginden aldığını sanan şaşkınların bu Somali'yi yeni keşfetmiş hallerini hakikaten anlamıyorum.
Somali'ye yardım etmeyelim sitemi değil bu. Sadece madem bir yardım hareketi var, bunu gaza gelmiş şarkıcı hareketi olarak değil, uzun süreli, projeli ve sistemli bir düzenle yapmak gerekir diye düşünüyorum. Sadece bir ülke ile değil tüm dünya halklarına karşı bir destek olması gerektiğini inanıyorum.
Bundan üç yıl önce korsanları kaptanlarımızı kaçırdı diye hor görülen bir ülkeyi anlamadan bilmeden kucaklamaktan daha akıllıca davranmamız gerek diyorum !
12 Eylül 2011 Pazartesi
Çizginin öte yanı
Şairin yolun yarısı dediği dönemde, bebek sahibi olunca hayatınızda neler değişiyor, nasıl bir yörünge kayması oluyor ben size kısaca özet geçeyim hemen.
- Bir kere İran gibi ataerkil toplumun ülke kanunlarına işlediği ülkelere anlam vermek zor. Bebek ve çocuk işi yüzde yüz anne becerisi ve sorumluluğu altında. Ufak bir bebekle ya da 5 yaşındaki çocuğuyla 24 saat kesintisiz ilgilenip günün sonunda akıl ve beden sağlığını hala koruyabilen bir baba var mıdır hiç inanmam. Çocuğu babanın zimmetli malı olarak gören bu abuk ülkelerdeki babalar da zaten annelerinden ayırdıkları çocukları da muhtemelen kendi ailelerine ya da başka kadınlara teslim ediyorlardır. Saçmalık.
- Lise son sınıfta üniversite sınavlarına hazırlanırken bir testte şöyle bir cümle okumuştum. ' Kadını güçlü kılan anneliktir' diye. Anne olmayan kadın zayıftır diye bir önerme yok tabi ama anne olan kadının potansiyelini hiç de hafife almamak gerekiyor. Sessiz, sabırlı ve uyumlu gözüken hallerine aldırmayın, ormanda on kaplan gücüne sahiptir kendisi, fena parçalar..
- Evet, uykusuzluğa alışılıyormuş. Uykunuzun en ağır ya da tatlı neyse artık, o kısmında hafif bir vıklama ile yattığınız yerden fırlamak gibi bir içgüdünüz oluyor. Yeni doğmuş bebeğiniz o gece dört saat aralıksız uyuyup sizi sabaha karşı uyandırdıysa dünyanın en şanslı annesisiniz demektir. Gecenin bir yarısı gözlerinizi açıp sessiz bir ortamla karşılaşmak ise en büyük şaşkınlıklardan biri. Yani genelde ne zaman çalacağı tamamen doğanın oyunu olan bir alarmlı saatin kuklasısınız. Ama neyseki aynı doğa ana çok değil, iki üç ay sonra sizi bu uykusuzluğa karşı dirençleştiriyor. Yıkılmadan ayakta kalabiliyorsunuz.
- Keyif denen eylemin tanımı sizin için tamamen değişiyor. Mesela benimki güzel bir banyo sonrası ayaklarımı uzatıp CSI ya da Law & Order izleyip bir yandan fındık kemirmekti. Şimdiki keyfim, banyo yapabilecek vaktimin olması. Bir diğer keyfim tadı, ısısı, kıvamı güzel yemekler hazırlayıp eşimle, arkadaşlarımla sohbet ederek vakit geçirmekti. Şu anda keyif sadece karın doyurmak eylemiyle tatmin olabiliyor. Ha dört gün önce pişirilmiş yemek, ha sabahtan beri dört kere ısıtılıp en sonunda soğuk olarak ağzınıza tıkıştırmaya karar verdiğiniz bir besin, fark etmez.
Çizginin öte yanında hayat buradan böyle karamsar gözüküyor, ama insanın başına gelince o kadar da içinizi karartmıyor. Üstelik bu tablo gene bence en en en iyi olan senaryoyu anlatıyor.
Çizginin öte yanında, bir de fiziksel ya da mental rahatsızlıkla dünyaya gelen, ya da çok ufakken ciddi hastalıklara yakalanan, kaza geçiren ve sürekli bakıma muhtaç olan bebek ve çocukların anneleri var. Daha yolun çok başında olsam bile emin olduğum birşey var ki evrende bu anneler kadar güçlü ve saygı duyulacak başka kimse olamaz..
23 Temmuz 2011 Cumartesi
Dogal ihtiyac molasi
Mayistan bu yana bloga el atamadim. Kafama takip buradan saydiracak konu olmadigi icin degil ( sukur !!! ). Bir nevi dogal bir surec yuzunden ufak bir adamla ilgilenmem gerekiyordu. Ondan arta kalan zamanda uyku ve yemek gereksinimlerimi giderdigimden buraya uzak kaldim.
Ama kurtulus yok, tum uyumsuz ve huysuzlugumla acimadan harcayisima kaldigim yerden aynen devam etmeye az kaldi...
:)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)