27 Mart 2010 Cumartesi

Kıro Türk Havayolları !

Kadrolaşmanın THY`yi ne kadar aşağı seviyelere düşürdüğüne emin olmak için tek bir uçuş yeterliymiş meğer.

En çok kar getiren KİTleri bile tek tek satan devlet, neden THY`yi inatla elinde tutar mesela ? İmam Hatiplilerin en kolay yoldan parayı vuracakları yer burası olduğu için midir acaba ?

Yolculara içki servisi yapmayı dini nedenlerle reddeden kabin memurları belki sadece uydurma bir hikayedir. Ancak THY`de çalışmaya bundan on yıl önce kabin memur olarak başlayan; ardından terfi edip genel müdürlükte işini sürdüren bir arkadaşımdan çok iyi biliyorum ki yeniler eskileri göndermek için ciddi bir bezdirme politikası uyguluyorlar. Sanki kaçırdıklarının yerine getirecekleri tipler Türk Havayolları`nı süper bir hale sokabilecekmiş gibi !

Star Alliance`ım ben ! diye her uçuş öncesi sektirmeden hava atıp bir tane bile Star Alliance bağlantılı uçuşuna zamanında aktarma verememesi tam bir çelişki yumağı. Üstelik yolcusundan özür dilemeyi de kendine yediremeyecek kadar da gururlu ! Şikayet eden yolcusuna karşı kriz yönetimini onlarla mücadeleye girmek de firmanın imzası olsa gerek.

THY ile uçma şanssızlığına düştüğünüzde, her hangi bir yer ya da kabin görevlisinden fırça yemeye hazırlayın bir kere kendinizi. Uçağınız sürekli rötar yaptığı halde tatmin edici yanıt gelmiyor diye bir görevliye neden diye mi sordunuz ? Kesin çaçaronun teki bir yanıtı yapıştıracaktır suratınıza. Uçaktaki servisten memnun mı kalmadınız ? Kabin memuru sizin şikayetinize karşılık altta kalmamak için sizi diğer yolcuların ortasında küçük düşürecek lafları yetiştirmekte asla tereddüt etmeyecektir. Bir de kazara bavulunuz mu kayboldu ? İşte o zaman görevli, asıl suçlunun siz olduğunu açıkça ve seviyesizce size hissettirebilme başarısını da gösterecektir.

Özel uçak firmalarıyla rekabette öne geçmeyi kalitesini ortaya koymak yerine gidip elalemin futbol takımlarına sponsor olarak ya da Kevin Costner`la reklam filmleri çekerek becerebileceğine inanan bir anlayışın zavallı kurbanı olmuş THY artık.

Cilt kanserine yakalanmış bir hastayı, hala sağlıklı gösterebilmek için makyaj yapıyor aklınca. Ama içten içe kanser yayılmış, kemirip bitiriyor o sırada koca firmayı: o da işin gerçek görünen acı kısmı !

23 Mart 2010 Salı

Apartman dairesinde hayvan beslemenin sakıncaları

Pazartesi sabahı evden daha dışarı adımımı attım ve asansöre iliştirilmiş bir not ile haftaya açılışımı yaptım.

Alt komşulardan biri, biz üst katlara nezaketen aşağı sigara izmariti ve yemek suyu boca etmememizi rica ediyordu. Belli ki bu terbiyesizlikten o kadar bezmiş ki sigaranın Parlament marka olduğunu ve yağlı yemek sularının döküldüğü gece oniki buçuğu da açıkça belirtmekten kaçınmamış. Ben olsam oturup bu mektubu yazmakla vakit kaybedeceğime çıkar, altı katın birden kapısına dayanır ve o sigara izmaritlerinin sahibini tek tek arar sorardım ! Gene bu komşu sabırlı biri ki böyle bir yol tercih etmiş.

Şu an yaşadığım ev, ben doğduğumdan beri değiştirdiğim herhalde 25. ev falan olmalı. Ve ben hayatımda ilk kez alt komşuların üst katlardan atılan tuhaf maddelerden dolayı sıkıntı yaşamasını bu sitede yaşadım. Üstelik de ben İzmir gibi yılın yarısı, insanların vaktini salon yerine balkonda geçirdiği bir şehirde doğdum, büyüdüm. Ne aşağı sigara izmaritlerinin atıldığını gördük ne de yemek sularının boşaltıldığını. Olan tek tük halı silkeleme krizleri de çabucak halledilirdi ama aşağı böyle şeyler atmak ciddi söylüyorum, insanın bünyesinde öküz geni içermesiyle orantılı bir davranış bence !

Oyuncak, kalem ya da sadece su deseler, hani diyeceğim çoluk çocuk başı boş kalınca atıyor. Ama belli ki balkonda keyif sigarası yakan küllük niyetine alt kattakilerin brandalarını hedef alıyor. Yemek suları konusunda kafam karışık aslında. Bunun için uyduracak bir hikayem bile yok, yuh demekten başka ! İlk günden beri diyorum, bu hali vakti yerinde insanların oturduğu site ne yazık ki aile terbiyesi nedir hiç bilmeyen insanlarla dolu.

Benim ilkokuldayken oturduğumuz ve tamamı rafineri işçi ailelerinin oluşturduğu, önünde ineklerin otladığı bir tarlanın olduğu Bostanlı'daki apartman hayatımız bu siteyle kıyaslandığında inanın İngiliz aristokrasisini sollar.

Yani, hali vakti yerinde olmak, insan olabilmek için yeterli bir durum değilmiş demek ki. Çünkü insan olan, o notu sabah asansörde gördüğünde iner, iki alt komşusundan da özür diler ve bir daha böyle bir sıkıntıya sebep vermeyeceğine dair söz verirdi. Ama diyorum ya insan sayısı az işte bizim sitede...

22 Mart 2010 Pazartesi

Dedikodu mu ?

Evet, aynen o. Kimsenin kendisine yakıştıramadığı, ama illa ki yapmaktan sakınmadığı sosyal günah.

Bir de, daha çok kadınların üstüne yıkılmış bir leke.

Halbuki genel yanılgı dedikodu ile çekiştirmenin birbirine karıştırılması. Dedikodu denen şey, ucu sana bana dokunmayan olayları birbirine aktarmaktan ibaret. Ayşe Hanım'ın kızı okuldan atılmış, Mahmut Bey muhasebecilik yaptığı firmadan zimmetine para geçiriyormuş gibi yarı doğru, yarı uydurma ama günün sonunda bunu mevzu yapıp gündeme getirenlerle hiç alakası olmayan konuları içerir dedikodu yapmak.

Çekiştirmek ise bahsi geçen kişiyle bir şekilde bir değme noktasının olmasıdır. Ayşe Hanım'ın kızı bize iş başvurusunda bulunurken mezun oldum demişti, oysa okuldan atılmış, saklıyor ! Mahmut Bey borç istediğimizde sıkışığım diyordu, meğerse şirketini hortumlamış, senden benden zengin geziyor. Yani tıpkı bu önermelerde olduğu gibi çekiştirilen insandan geldiğine inanılan bir zarar olduğu için çekiştirme hakkı da doğuyor gibi.

Şimdi vicdanımızı biraz daha rahatlatabiliriz, çünkü çoğumuzun yaptığı şey onu bunu çekiştirmekle sınırlı. Bir sürü tanıdık insan yüzünden o kadar çok yanılgıya düşüyor o kadar çok kazık yeniliyor ki biz de en yakınlarımıza koşup hani bilmem ne vardı ya biliyorsun, bana şöyle yapmıştı bunu demişti, işte o aslında buymuş, şuymuş diye içimizi döküyoruz.

O yüzden birileri hakkında konuşmanın cinsiyeti varsa rahatça söyleyebilirim ki dedikodunkadının işi değildir aslında. Genelde kadınlar canlarını yakanları harcarlar. Onlara dokunmayan kişi ve konularla ilgili çok fazla çenelerini yormazlar. Ama çekiştirmek söz konusu olursa, işte burada onların gazabından koruyun kendinizi derim.

Dedikodunun cinsiyeti erkektir. Sanılanın aksine bir grup erkek toplandığında, çoğu zaman politika ve futbol konuşmazlar. Erkekler bir araya gelince, üstelik de kadınlar gibi incelikten yoksun olmalarından ötürü, alakalı alakasız herkesle ilgili dandun konuşurlar. Ayrıca süper de meraklı olurlar. Zaten genel yaklaşımları yüzeysel olduğu için bahsettikleri kişilerin, kim olduğunu bile umursamadan sadece eylemlere yoğunlaşıp olay-kişi-mantık döngüsünden uzaklaşırlar.

Öyle ki dönüp dolaşıp konu size aktarıldığında bunu o kadar alakasız bulursunuz ki " E iyi de, sana ne bundan " dersiniz saf saf.

O yüzden diyorum ki etrafınızdaki kadınlara yamuk yapmayın. Erkeklere karşı ise de sadece malzeme vermeyin sakın ! Böylece özgürce istediğinizi çekiştirirken bir adım önde olacaksınız.

16 Mart 2010 Salı

Adım Patates soyadım Kafa

Geçen haftaki hafta Elazığ depremi sonrası herhalde dünyada bir ilk yaşandı. Depremde ölen kişi sayısı gün geçtikçe artmak yerine azaldı !.

Ölen 10 kişinin nüfusundaki adıyla çevresindekilerin kullandığı adın farklı olmasından dolayı o kişiler iki kere ölmüş sayıldı. Sanki yaşarken iki farklı adının olması ona iki kat hayat vermiş gibi ailelerin çocuklarına nufüs cüzdanında farklı gerçek hayatta farklı isimler kullanmalarının mantığı nedir acaba ?

Ben çocukken buna benzer göbek adı uygulaması vardı mesela. Nufüs cüzdanında yazılmayan ikinci bir isim. Dede ya da nine adını araya sıkıştırmaya bu kadar meraklı ailelerimiz var madem soruyorum kendilerine, neden iki adı birden yazdırmayıp diğer üvey ismi göbek adı diye peşime salarsın ? Sonra akrabalar seni nine adınla okul arkadaşların nufüstaki adınla çağırıyor, böylece oluyorsun iki kişi !

Biz Türklerin bu adlarla olan sıkıntısını aslında çözebilmiş değilim ben zaten. Bir kişinin kayıtlı adı bir de aile arasında kullanılan adı mı olur yahu ?

Adlar konusunda böylesine garip bir anlayışa sahip halkımın daha ancak üç nesildir tanışık oldukları soyadlarına olan tutumları ise ayrı bir komedi.

Bundan yüz yıl önce bir soyadına sahip değilken bir sabah uyandıklarında devletin buyurması üzerine soyadı seçtikleri günden beridir pek değerli oldu o soyadları. Erkek evlat zaten çok mühimdi bir de üstüne soyadını devam etme yükümlülüğü eklenince daha bir parladı. Sanki soyun devamı, içinde “soy” geçiyor diye soyadına bağlıymış gibi..

90lı yıllarla beraber bu erkek ayrımcılığına olan tepkiden midir artık nedendir bilemeyeceğim, bu sefer kadınları evlendikten sonra soyadlarını kaybetmeme paniği aldı. Ama devlet baba ,kadınlara kocalarının soyadlarını taşıma zorunluluğunu hatırlatınca onlar da iyi o zaman hem babamın hem kocamın soyadını alırım diye direttiler.

Sonuç ?

Gerçek adı ve göbek adı yetmezmiş gibi hayatına girmiş tüm erkeklerin soyadlarını taşıyan upuzun isim tamlamalı modern evil kadınlar patlaması !

Hani bizde latince kökenli dillerdeki gibi ünvandan kadının evilimi bekar mı olduğu anlaşılmaz ya, eh bu iki soyadlılar sayesinde artık biz de anlar olduk. Tek soyadlıysan bekar, çift soyadlıysan evlisin !

Ad ve soyad, işte. Nesi zor ki buna adapte olmanın ?!?!!

8 Mart 2010 Pazartesi

Oscarları anlama rehberi

Oscar ödüllerinin kime neden ne amaçlı ve hatta ne zaman gittiğinin önemi büyük. Ödülleri alan oyuncuların, yapımcı ya da yönetmenlerin heykeli nasıl hak ettiklerini anlayabilmeniz için işte size işin sırları listesi:

Eğer heteroseksüel olduğunuz halde eşcinsel bir roldeyseniz heykeli kaptınız bilin. Tıpkı Philadelphia'daki Tom Hanks, Boys Don't Cry'daki Hilary Swank, Monster'daki Charlize Theron ve Milk'teki Sean Penn gibi..

Ya da fiziksel ya da zihinsel hiçbir kusurunuz yok ancak engelli bir insanı canlandırıyorsanız Oscar gene sizin. Bakınız Tom Hanks ( evet gene o ) " Forrest Gump", Al Pacino " Scent of A Woman ", Holly Hunter " The Piano", Daniel Day Lewis " My Left Foot " , Marlee Matlin ( gerçi o hakikaten sağırdı ama neyse, belki jüri bilmiyordur )" Children of Lesser God" ve Jamie Foxx " Ray " ile Dustin Hoffman " Rain Man"

Psikopat ya da sosyopatlığa soyunmak da kazancı getirir: Kathy Bates " Misery " ve " The Silence of The Lambs"Teki Anthony Hopkins örneğine ilaveten " Monster"'daki haliyle gene bu kategoriden de Charlize Theron'u sayabiliriz.

Ha, bir de zamansal bir şans vardır. Mesela teroristler ülkenize saldırır, ülkede birlik beraberlik söz konusu olursa hemen adayları gözden geçirir bu jüri. Daha önce ancak en iyi yardımcı rollerde ödül kazanan siyahlara bir anda en iyi oyuncu ödülünü dağıtıverirler. Karşınızda 2001 yılının en iyi ikiz kuleleri Denzel Washington " Training Day " ve Halle Berry " Monster's Ball "

Filmlerde ise farklı bir yönelme söz konusu. Yıllara göre bakarsak.

Crash ( 2005 ) Burada jüri aslında önceki yıllarda Magnolia filmini izlemiş ama pek anlamamıştı. 6 yıl sonra daha basitleştirilmiş senaryoya biraz da ırkçılık karşıtı mesajlar ekleyince jüri tamam dedi ve bugün kimsenin hatırlamadığı filme Oscar'ı çaktı.

The Departed ( 2006 ) Bu sene jüri oturdu hangi yönetmenler ödül aldı hala kimler almadı onlara bakarkennn o da ne ! Koskoca Martin Scorsese, Taxi Driver, Goodfellas, Raging Bull ve Gangs of New York gibi kült filmleri yönetmiş, oyuncular Oscar'ı kapmış ama adama ödül vermeyi atlamışlardı ! Tabi jüri hemen apar topar muhtemelen filmi bile izlemeden Oscar'ı eline tutuşturdu Scorsese'nin.

Slumdog Millionaire ( 2008 ) Ekonomik kriz dünya devi Amerika'yı mahvetmiş, insanlar işsiz, evsiz kalmış. Jüri hemen imdada yetişiyor ve Hindistan'ın sefilliğini gözler önüne seren filmi ödüle boğuyor. Maksat Amerikalı'ya beterin beteri var, üstelik bunlar herşeye karşın aşklarını sürdürebilen insanlar, siz de inancınızı kaybetmeyin mesajı verebilmek.

The Lord of The Rings: The Return of The King ( 2003 ) Şimdi bu ödülde de benim anlamadığım birşey var. Jüri Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin ilk ikisini beğenmedi de sonra bu son filmi mi çok tuttu da ödül verdi filme, nasıl oluyor da oluyor ? Yani ilk iki filmden habersiz bir dünya vatandaşı 2003 yılı Oscar'ını aldı diye oturup bu filmi izlese ne anlayacak mesela ben onu merak ediyorum.

Titanic ( 1997 ): Bence jüriyi burada tavlayan ne ikiye bölünen gemi, ne Leonardo'nun seksi bakışları ne de buğulu camda el izi bırakan o romantik sahne. Tabi ki Celine Dion !

Shakespare In Love ( 1998 ): Bu filmin neden kazandığı diğer aday filmlere bakılınca daha iyi anlaşılıyor. O yıl ya romantik Elisabeth çağı İngiltere'sinin romantizmi ( Elisabeth ya da bu ) veya savaş kazanacaktı ( Life is Beautiful, Saving Private Ryan, The Thin Red Line ). Tabi ki aşk kazandı. Bir önceki sene Celine Dion diyorum size, anlamadınız mı hala ?

E peki nasıl oldu da aşk ve romantizm kazansın diyen jüri döndü bu sene savaşı, kanlı canlı en çıplak haliyle anlatan The Hurt Locker'a verdi ? O işin de sırrı filmin yönetmeninde aslında. Ödül töreninin 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününe denk gelmesi jürinin seçimini kolaylaştırdı. Tıpkı Scorsese'yi unutmaları gibi jüri daha önce hiç bir kadın yönetmene bu ödülü layık görmemişti. 8 Mart'tan daha uygun bir bahane olamazdı. Üstelik de yönetmen Kathryn Bigelow'un eski kocası da aynı kategoride onunla yarışırken ! Kadına bir değil iki ödül verdiler, yok en iyi yönetmen ve en iyi film değil, Dünya Emekçi Kadınlar Günü ve eski kocayı solladın ödülü :)

1 Mart 2010 Pazartesi

Sevmekten vazgeçmek

İnsan herhalde hayatındaki herşeyden vazgeçebilir. Maddi tüm olanaklardan, manevi inançlarından, değerlerden hatta kendine olan inancından bile. Başladığı işten de vazgeçer, daha kafasındaki plan aşamasındaki olan eylemden de.

Ancak sevmekten vazgeçebilir mi acaba ?


Soru soran evliyaya döndüm ben de farkındayım ama hakikaten merak ediyorum. Çünkü, madem kime aşık olup kime sempati duyacağın çok da elinde değil insanın, peki sevdiğiniz birine karşı olan hislerinizden de vazgeçebiliyor musunuz acaba ?

Hani sevgilisi kötü davrandığı, onu üzdüğü için ayrılanlar vardır. Hislerini yüreklerine gömer, mantığı kalbini yener modda terk ederler sevdiklerini. İşte o insanlar, o kişiden vazgeçerken aynı zamanda onu sevmekten de vazgeçiyorlar mıdır ?

Çok kötü bir ikilem; gerçek bir irade sakatlığı eğer vazgeçememe diye birşey söz konusuysa.


Düşünsenize kimi neden sevdiğinize zaten emin olamıyorsunuz, bir de üstüne o aşkı, o sevgiyi durduramama olayı söz konusu.
Bir sabah uyanıp ben işe gitmekten vazgeçtim der gibi ben artık o kişiyi sevmekten vazgeçtim diyemiyorsunuz.

Fena..