29 Ocak 2010 Cuma

DM



Condemnation
Condemnation, why?
Because my duty
Was always to beauty
And that was my crime

Precious
Things get damaged
Things get broken
I thought we'd manage
With words left unspoken
Left us so brittle
There was so little left to give


Behind The Wheel
Sweet little girlI preferYou behind the wheel
And me the passenger
Drive
I'm yours to keep
Do what you want
I'm going cheapTonight

People Are People
So we're different colours
And we're different creeds
And different people have different needs
It's obvious you hate me
Though I've done nothing wrong
I've never ever met you so what could I have done
 
Question Of Time
It's just a question of time
And it's running out for you
It won't be long
Until you do
Exactly what they want you to
 
Walking In My Shoes
You'll stumble in my footsteps,
Keep the same appointments I kept.
If you try walking in my shoes.

Only When I Lose Myself
It's Only When I Lose Myself in someone else
Then I find myself

Policy Of Truth
Things could be so different now
It used to be so civilized
You will always wonder how
It could have been if you'd only lied

Strangelove
Pain will you return it
I'll say it again - pain
Pain will you return it
I won't say it again

27 Ocak 2010 Çarşamba

Yasal Uyarı


Buradan sürekli söylenen ve saydıran bir kişilik olsam da asla şikayet eden biri değilimdir ben aslında. Bununla birlikte şikayet edenlere karşı yıkıcı hislerim vardır.Çünkü ben çene kuvvetine değil gerçek eyleme inanırım.

Elbette herkesin memnuniyetsizlik hakkı vardır ama buna karşı durmak da şarttır. Duramıyor musun ? O zaman arayışa girmek bile bir çözümdür, yeter ki mızmızlanma şu hayatta !

23 Ocak 2010 Cumartesi

Türk olmaktan gurur duyduğum anlar




Naim Süleymanoğlu, Bulgaristan'dan ayağının tozuyla geldiği gibi 1988 Seul Olimpiyatları'nda rekorlarla şampiyon olduğunda mutlu olmuştum evet, ama şaşkınlığın ağır bastığı bir mutluluktu bu.

Ya da Tansu Çiller genel seçimle değil de parti içindeki kongreyle lider seçilerek doğrudan Türkiye'nin ilk kadın başbakanı olduğunda da bu durum hoşuma gitmişti, ama bu da Türk olmaktan dolayı gurur duymak için yeterli bir sebep değildi.


Benim anlarım daha kişisel oldu. Ve işin içinde eğlence olması şarttı.


Beş yıldan fazla olmuştur, bir aktarmalı uçuşla İstanbul'a dönüyordum. Frankfurt havaalanındaki Lufthansa business salonundaydım, saat aksam yediye geliyordu. Geniş koltuklardan birine yayılmıştım ve çok geçmeden arkamda ayakta cep telefonuyla konuşan birine kulak misafiri oldum.


Salona arkadaşıyla gelmiş, herhalde benden en fazla beş yaş büyük, düzgün görünümlü genç bir adamdı bu. Konuşmasından uzun bir yoldan ve uzun bir zaman sonra İstanbul'a dönüyor olduğu belliydi. Zira konuştuğu kişi sevgilisi ya da eşi bilmiyorum neyse artık biraz naza çekmeye başladı. Ne olduğunu anlamadan o iş adamı imajını silip yok eden sesler geldi adamdan:

" Ama sevgilim ben de çok özledim nolur ya nolur yapmaaa" diye sızlanan tiz bir sesti bu. Haliyle başımı çevirip adama baktım. Yavru kedi gibi inlemekle kalmıyor aynı zamanda da kıvranıyordu. Ve işin ilginci tartışma falan değildi bu; özlemin yarattığı garip bir iletişim şekliydi sadece ama ağlak feminen ses tonu bitmek bilmiyordu bu " yaa sevgilimmm" diyen.

Başımı çevirdim ayıp olmasın diye ama bu sefer de karşı koltuklarda bir başka adamla göz göze gelmemle gülmeye başlamam bir oldu. Arkamdaki yurttaşımın yaptığı gösteri karşımdaki diğer yurttaşımı da kopartmış ve Frankfurt havaalanında Türkler arasında dalga dalga kahkaha krizine sürüklemeye başlamıştı bizi.

Baktım olmayacak çünkü gülmekten gözümden yaşlar gelmeye başlamıştı, eşyalarımı toparlayıp başka yere kaçtım hemen. Eski başbakan Mesut Yılmaz'ın eşi ve oğlunu gördüm. Tam yakınlarına oturuyordum ki elinde duty free torbasıyla sallana sallana gelen Mesut Yılmaz salona girdi
" Ya Berna, benim parfümden kalmamış " diye söylenerek.

Bir önceki sahnenin etkisinden çıkamamış halimle Mesut Yılmaz'ın o mahsun hali birleşince hayatımda yaşayabileceğim az rastlanır bir eğlencenin ortasında buldum kendimi. Beni deli gibi güldürmelerine karşın bir o kadar hoşuma giden figürler olmuşlardı bu ikisi. Evet, eve dönmek üzere yabancı bir havaalanında bezgin başlayan bir bekleyişi böylesi bir şenliğe dönüştürebildikleri için övünç duyulmayı da kesinlikle hak etmişlerdi.


Ama beni en çok gururlandıran olay üç yıl önce New York Metropolitan müzesinde gerçekleşti.

Müzede saatlerimi geçirmiş en son alt kataki klasik Amerikan ev dekorasyon bölümlerinin içinden geçiyordum. Birden karşımda dünyada Türkiye hariç hiçbir ülkede rastlayamayacağım türden bir olaya şahit oldum: Genç bir çift önündedeki kırmızı şeridi yok saymış dokunulması dahi yasak bir ahşap kapıyı zorluyordu.


Durup ne yaptıklarına bakamazdım ancak gerçekten de yeryüzünde yasak diye açıkça belirtilmiş bir yeri biz Türklerden başka kim cesurca sorgular diye öğrenmeden de edemezdim.


Derken kız olanın erkek arkadaşını çekiştirerek Türkçe
" Ya yapma !" dediğini duydum. İçim müthiş rahatlayarak onları görmezden gelip yanlarından geçerken oğlandan aynen şu cümleyi işitmiş olmak beni bir kez daha gururlandırdı:

" Çok merak ettim ya ! Bakmam lazım bu kapının arkasında ne var diye !"

20 Ocak 2010 Çarşamba

Benim Yıldız Savaşlarım



CNBC-E'nin Yıldız Savaşları serisini yayınlayacağını okuyunca içim garip bir mutluluk doldu. Sanırım biraz da son yıllarda kabak tadı veren görüntü kirliliğinden öteye geçemeyen filmlerden sıtkım sıyrıldığı içindir. Ama emin olduğum bu pazar gecesinden başlayarak ard arda yayınlanacak serinin beni yeniden çocukluğuma götürecek olmasıydı bu mutluluğu yaşatan.

Benim Yıldız Savaşları'nı izlediğim yıllarda medya diye bir olgu meydanda olmadığı için filmi fenomen haline getirecek yapay bir güç de yoktu. Filmi hiçbir şey bilmeden, afişine hayran kalıp bunun bir uzay filmi olduğunu bilerek sinemada izlemiştik ve filmin çıkışında ağaç dallarından ışın kılıçları yapıp dövüşmeye başlamıştık bile.

Luke Skywalker inanılmaz yakışıklıydı. Prenses Leia garip saçlarına rağmen çok güzel bir kadındı. Ve kendinden önce ürperten müziğiyle sahneye çıkan Darth Vader ki o zamanlar adını öğrenmek de telaffuz etmek zordu bizim için, feci korkutucuydu. İsme gerek duymadan ona Siyahlı Adam derdim ve adını fazla anmamaya çalışırdım.

Sinemada bir kere, videoda ise en fazla iki-üç kere izledikten sonra filmin müzikleri de fene halde beynime işlemişti. Bu sayede annemin sıkıcı altın günlerine sürüklendiğim zamanlarda misafir evde bulduğum bir matchbox araba ile balkonda Yıldız Savaşları müziğini sürekli aynı notada kafamda çalarak kendi filmimi oynayarak oyalanırdım.

Yaş ilerledikçe Yıldız Savaşları'nın o çocuk kafamdaki tek tük detayı silikleşse de etkisi hiç azalmadı. Üniversitedeyken bir gün üçlemenin ( ki serinin birinci, ikinci ve üçüncü bölümlerden değil aslında üçleme olduğunu da o zaman öğrenmiştim ) yeni teknoloji ile ufak tefek yamalarla yeniden gösterime gireceğini okuduğumda sevinçten aklımı oynatacaktım resmen.

İki yakın arkadaşıma " Yıldız Savaşları oğlum !!" dediğim andan iki saat sonra Kadıköy'de bir sinemada önümüzde kocaman bir patlamış mısır, yıllar sonra aynı keyfi yaşamaya başlamıştık. Bir insanın yedi yaşında neredeyse nefessiz kalarak izlediği heyecanı yirmi yaşında yeniden tatması Yıldız Savaşları'nın ne olduğunun en açık tarifi diye düşünüyorum.

Hiçbir zaman Yıldız Savaşları tutkum deli ayrıntılara girip filmin karakterlerini, nesnelerini ve olaylarını ezberlemeye götürmedi beni. Filmin felsefesi, tarihsel olgulara göndermeleri gibi manasız arayışlara dahi girmedim. Yıldız Savaşları'nı çocuk yaşta izlemiş şanslı bir kitleden olmak zaten yeterince içine almıştı beni.

Hepsinden öte, siyahlı dev adam yakışıklı Luke'a " Ben senin babanım " derken ben de orada, sinemadaydım. Ağzım açık, yaşadığım dumurun bir daha hiçbir sinema filminde beni bu kadar şaşırtamayacağından habersiz, bu büyük olaya tanık olanlardandım.

Herşey eskiden, çok çok uzak bir galakside olup bitmişti aslında ama bunu tekrar tekrar izlemek ve yaşamak hala büyük bir olaydı. Ve hep de öyle olacak..

18 Ocak 2010 Pazartesi

Politik mim çok sıkıcı


Kendi eğlenmesi yetmemiş JoA bizi de mimlemiş. Hem de konusu gibi kuralları da de pek ciddi (!) bir mimle.

Sırasıyla şöyle geliyor sorular:

1) Dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda ne düşünüyorsunuz?
2)Seçim barajı kaldırılsın mı? Neden?
3)Adayların belirlenmesinde nasıl bir yöntem uygulansın?
4)Yargı bağımsızlığı sizin için ne anlam taşıyor?
5) (Beşinci soruyu siz belirlemek durumunda olsaydınız neyi öğrenmek isterdiniz?)

6) Mimlediğimiz bloglar ve linkleri…

1- Bence bu soru hatalı. Bir kere olmayan birşeyle ilgili düşünmek zaman ve çaba kaybı. Dokunulmazlıklar kaldırıldı mı ki üzerine düşünelim ? Zaten bence anlamını da yitirmiş bir olgu kendisi. Benim bildiğim dokunulmazlık siyasi görüşleri yüzünden hiçbir milletvekili yargılanmasın diye çıkarılmış bir kuraldı. Ama daha milletvekili olmadan yargılananların bile vekil seçilince davaları düşüyor. Demek ki hayata temiz bir sayfa açmak için genel seçimlerde aday olmak lazımmış.

2- Yok kalkmasın, eskiden yoktu bu baraj, o yüzden meclis Birleşmiş Milletler Genel Kurulu gibi türlü parti doluydu. Az ve öz yeterli. Zaten bir seçim yapılıyor oy pusulası diye kocaman çarşaf veriyorlar al bas oyu diye. Sonra sen o mühür diğer sayfalara bulaşmasın diye origami çalışması yaparak katlayıp zarfa çıkmaya çalışıyorsun o dev kağıdı. Yok yok, az ve öz iyi, önüne gelen parti kuruyor çünkü bu memlekette.

3- Var olanın tam tersi olsa kesin işe yarardı.

4- Öyle birşey mi var ?

5- Politik bir soru olması gerekiyor herhalde. O zaman ben şunu öğrenmek isterdim. Bunun sonu nereye varacak ?

6 - ha ha, işte en sevdiğim soru, yanıtlar geliyor: irfun4ever - Kunegond ve Erdem

12 Ocak 2010 Salı

Çernobil faciası aslında nedir ?

Nükleer enerji üretimiyle ilgili karşı tezlerin en sağlam güvencesi Çernobil olmuştur. Özellikle yaşı otuzun üzerindeki dünya neslinin çok net hatırladığı bu facia 80'li yıllardan günümüze sarkan ürpertici bir korku serisi gibidir. Ama Çernobil'e ait simgelerin mutant bebekler, radyasyon ve bir bardak çayla gösteri yapan bakan olmasının ötesinde gerçekte ne olduğu ne kadar biliniyor biraz deşmek gerek..

Çernobil Nükleer Santralı kendisini dünyaya kapatmış bir rejimin dışa bağımlı kalmamak için kurduğu bir tesisti. Nükleer enerji ucuzdu ve koskoca SSCB'nin karşılanması gittikçe zorlaşan enerji ihtiyaçları için mecbur kalınmış bir yöntemdi.

Kaza, genç ve deneyimsiz bir ekipten gece vardiyasında bir tatbikat istenmesini takiben yaşandı.

Gökyüzüne doğru 1 km yükseliğe ulaşan patlamada yaklaşık 8 ton nükleer atık etrafa saçıldı.

Olay yerine tesisteki her hangi bir yangın bilgisiyle gönderilen itfaiyeciler söndürmeye çalıştıklarının radyasyon saçtığından habersiz usul usul zehirlenip yığılana kadar 2 saat uğraştılar.

Aslında SSCB bu olayı dünyaya duyurmaya hiç niyetli değildi. Ancak kaza yerinden binlerce km ötedeki İsveç'te bir nükleer fizikçinin Ukrayna'dan yayılan yoğun radyasyonu farketmesiyle İsveç'in SSCB'yi sıkıştırması sonucu ancak olay açıklandı.

Çernobil civarındaki yerleşim yerleri hızlıca boşaltılmış, patlama ve yangın da kısa sürede kontrol altına alınmış olsa da asıl tehdit tesisin altındaydı. Yoğun radyasyon içeren nükleer maddeler tesisin altında birikmişti ve bu havaya karışan radyasyondan daha büyük risk taşıyordu.

SSCB binlerce erkeği askere çağırarak tesisin betonla kaplanması emrini verdi. Askerler otuz kiloluk özel kıyafetlerle sadece üçer dakika boyunca çalışarak beton duvarı ördüler. Buna rağmen çoğu radyasyondan etkilendi.

Günümüze kadar toprağa ve yer altı kaynaklarına karışan radyasyonun etkisiyle sadece genç ve çocuklardaki tiroid kanserinde yüz kat artış yaşandı.

Patlama değil asıl tesisten sızan radyasyon milyona yakın insanı doğrudan ya da dolaylı bir şekilde etkilemiş oldu.

Kaza her an her şekilde yaşanabilir; ancak Çernobil hem geliyorum diye bağıran hem de kaza sonrası yapılanların kazadan daha vahim sonuçlar doğurduğu hatalar silsilesi gibiymiş..

Adeta yanlış ve tehlikeli ellere teslim edilen güç gibi fena patlamış..

5 Ocak 2010 Salı

Hayat keşke Facebook gibi olsa


Facebook furyasına ilk kapıldığım sıralarda tıpkı herkes gibi ben de önüme geleni arkadaş listeme ekliyordum. Bendeki mazi de dolu doluymuş meğer, İzmir, İzmit, lise, üniversite derken liste yüzleri geçti. Sonra yetmedi iki gün önce bir arkadaşımın evinde tanıştığım insanlar bile istek göndermeye başladı, liste kontrol edilemez bir hal aldı.

Baktım, yüzü geçen arkadaşım vardı. Oysa ne avere gezdiğim, zamanım bol öğrencilik yıllarımda ne de sokağa çıkıp da tanışma merasimi olmadan oyuna daldığım çocukluk çağlarımda bu kadar geniş bir çevrem olmadı.

İstiklal Caddesi'ne her çıktığımda mutlaka bir iki tanıdığa rastlayıp ayak üstü sohbet ettiğimiz ya da haftanın dört gecesi gittiğimiz Kemancı'da mutlaka kendi arkadaş grubuyla gelmiş kuzenler olsun arkadaşlar olsun yine tanıdık yüzlere rastladığımız günlerimiz de böylesine kalabalık değildi etrafım.

Hepsini geçtim, cep telefonu rehberimde bile yüz tane arkadaşım yoktu kayıtlı.

O zaman nedir bu insan portföyü ve neden öyle küçük kareler halinde duruyorlar bu sayfada diye isyan etmemin asıl sebebi ise kalabalık sessizlikti ! Evet orada yüzü aşkın insan var ama ne mesaj yazarlar ne bir varlık gösterirler öyle kutu kutu duruyorlardı ancak.

Böylece sildim Facebook'u, altı aydan fazla bir süre sonra yeniden yarattım kişiliğimi ve ancak gerçek hayattaki kadar iletişimde kalabileceğim ve kaldığım insanları sıraladım listeme.

İletişim değerlidir dostlar, özellikle de araya mesafe ve zaman giren eski tanıdıklarla.

O yüzden Facebook'ta suret koleksyonuna gösterilen ilgiyi o insanlarla kısa da olsa mesajlaşarak, arada ufak notlar göndererek sağlam tutmak değer katar.

Diğer türlü acımam silerim valla..