23 Temmuz 2011 Cumartesi

Dogal ihtiyac molasi

Mayistan bu yana bloga el atamadim. Kafama takip buradan saydiracak konu olmadigi icin degil ( sukur !!! ). Bir nevi dogal bir surec yuzunden ufak bir adamla ilgilenmem gerekiyordu. Ondan arta kalan zamanda uyku ve yemek gereksinimlerimi giderdigimden buraya uzak kaldim.

Ama kurtulus yok, tum uyumsuz ve huysuzlugumla acimadan harcayisima kaldigim yerden aynen devam etmeye az kaldi...

:)

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Bir garip yolcu Yusuf İslam

Onun Cat Stevens hallerini ancak 80'li yılların meşhur nostaljik toplaması Anılar albümlerinde tanımıştım. Oysa o sıralarda çiçek çocuğu halinden çoktan çıkmış kendisini İslam dinine adamış ve bambaşka bir dünyada yaşıyordu.

Ortaokuldaydım sanırım, 32. Gün'de artık Yusuf İslam adını benimsemiş haliyle bir röportajı yayınlanmıştı. Uzun hacı sakalı ve gene uzun koyu renk kıyafetleriyle Suudi Arabistan'lı bir din adamından hiçbir farkı yoktu o görüntüde. İşlettiği müslüman okulunda oturmuş, Mehmet Ali Birand'ın " Peki o eski günleri, şarkılarınızı hiç özlemiyor musunuz ?" sorusuna acı acı gülüp başını sallayarak " Hayır, hem de hiç " yanıtını verdiğinde garip hissetmiştim.

Bir insanın bir uçtan diğer uca geçişinin en yalın haliydi Yusuf İslam. İngiltere'de Rum bir baba ve İsveç'li bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş olmasına karşın kendi kültürüne uzak bir din ve yaşamı bu kadar benimsemiş olması elbette tuhaf değil. Sadece insanın sanki geçmişi büyük hata ve utanç doluymuş gibi herşeye sırtını dönmesi beni tedirgin etmişti. Zira biz hala o şarkılarını dinliyorduk ama adamın bu tavrından dolayı neredeyse bizim de kendimizi suçlu hissetmemiz gerekiyordu.

90'lı yıllarda Yusuf İslam neredeyse her sene Türkiye'ye gelir oldu. O dönemde etrafı tıpkı kendisi gibi onlarca öğrenci tarafından sarılmış bir halde bizim okula yani Marmara Üniversitesi'ne konferanslar vermeye gelirken görürdüm. O kadar yakınımda ve aynı zamanda bir o kadar da uzağımdaydı o zamanki Yusuf İslam.

Sonra 11 Eylül olayları gerçekleşti. Duydum ki olayların arkasında İslami terör olması en çok Yusuf İslam'ı etkilemiş ve üzmüş. Sonra zamanla da gördüm ki bu üzüntü Yusuf İslam'ın kapandığı kabuktan biraz daha sıyrılmasına da sebep oldu.

Hem giyim kuşamındaki radikallikten hem de yalnızca ilahiler için kullandığı o güzelim sesinden bizler için fedakarlık yapmaya başladı. Hiç özlemiyorum dediği şarkılarını BBC'de unplugged konserlerde seslendirdi. Zamanın en sıkı boybandlerinden olan Boyzone'un eski üyesi Ronan Keating ile eski şarkısı Father and Son'da karşılıklu düet yaptı.

Bugün altmışlarında olan şarkıcı sanıyorum ki arayış yolculuğunu hala sonlandırmış değil ama en azından seyahatine yalnızca kendi kafasında olanları değil artık herkesi dahil edebildiğini görmek güzel birşey. Çünkü ister Stevens, ister İslam olsun, kendisi hala günümüzün en güçlü erkek vokallerinden biri..

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Satış sonrası hizmet anlayışı

Sevgili Pisikopati'nin şu yazısını okuyunca kafamda müşteri memnuniyeti ya da satış sonrası hizmetlerle ilgili deneyimleri şöyle bir döndürdüm. İşin aslı müşteri hizmetleri denen sektörün doğrudan içinde yer alan bir kişiyim. Ama sonuçta bu sadece bir kaç yıllık bir iş tecrübesi ile bağlantılı olduğundan ve bundan önceki hayatımda her zaman müşteri tarafında yer aldığımdan konuları değerlendirirken karşı tarafın gözünden bakmaya dikkat ediyorum.

Türkiye tüketici hakları bakımından tam bir cennet. Kafasını kullanan herkes satın aldığı bir maldan isterse hayatının sonuna kadar verim sağlayabilir. Çünkü neredeyse daha ilk bozulmada ya da kötüye kullanımdan kaynaklı zararlarda malın üreticisi her zaman suçlu kabul ediliyor. Böyle olunca o mal ya yenisi ya da üst versyonu ile değiştiriliyor veya kullanıcıya ücret iadesi yapılıyor.

Bugün özellikle elektrikli alet ve elektronik cihaz sektörünün bu ülkede hala ayakta kalmasının tek sebebi Türk halkının okuma merakının olmaması sayesindedir. Diyorum ya biraz meraklı ya da kötü amaçlı biri o kanunu ve garanti koşullarını didikler ve firmalara istediğini yaptırabilir.

Gelelim firmaların müşterilerine karşı tutumlarına. Ben tabi kendi işimi bildiğim için bugün özellikle pahalı bir cihaz satın alıyorsam önce cihazla ilgili alacağım garantili servis güvencesine bakıyorum. Evet, kanun hep tüketicinin yanında, ancak bürokratik yavaşlık diye de bir gerçek söz konusu. O yüzden deli para sayıp aldığım televizyon bozulup da serviste iki ay kalır ve ben bu iki ay televizyonsuz kalırsam tüketici heyetlerinin ya da diğer tüketici hakkını savunan örgütlerin beni haklı bulması nereden baksanız üç ile altı ayı bulabiliyor. Haliyle ben de malımı alırken albenisi yüksek olana değil, beni satış sonrasında üzmeyecek markalara bakıyorum.

Zira normaldir, her cihaz bozulabilir. Önemli olan markanın bunun ne kadar arkasında durabildiği.

Doğru yaklaşım ve düzgün bilgilendirme ile bozulan bir cihaz o kullanıcının o markaya olan güven ve sadakatini ömür boyu bir bağlılığa dönüştürebilir.

Yani, onca reklama akıtılan paradan çok daha ucuza bir hizmet sunarak markalar hem kullanıcılarını kazanmış olurlar; hem de potansiyel yeni müşterilerin dikkatini çekerler.

Formül bu kadar basit.

Zaten aslında dediğim gibi bu ülkede bunu zorunlu kılan yasa varken markaların bunu fırsat bilip müşterilerine karşı hassas yaklaşmalarında fayda var. Küsmüş bir müşterinin bile kalbini kazanmak inanın çok kolay.

Ama malesef satış ve pazarlama kadar cazip olmayan satış sonrası hizmetler Türkiye'de sanki utanılacak bir masraf kapısı ve geliştirilmeye değmez bir zorunluluk olarak görülüyor. Böyle olunca da tıpkı Pisikopati'nin anlattığı gibi insana o markadan alışveriş ettiğine bin pişman eden sonuçlar doğuruyor.

O yüzden benim gözümde değerli olan marka, en iyi, en yeniyi sunan değil, satış sonrası da sizi kollayan markadır..

26 Nisan 2011 Salı

Sanat elden gidiyor

Türk insanının sanatla olan sınavı 1994 yerel seçimleri sonrası Melih Gökçek'in Ankara'daki bazı heykellerle ilgili tükürük içeren fikrini beyan etmesiyle başladı. Aynı dönem, İzmir'den belediye başkanı seçilen Burhan Özfatura da Yaşar Kemal'in sanatını sorgulamış ve iki üç kıytırık roman yazdı diye bilip bilmediği konularda konuşmaması gerektiğini söylemişti.

O zamandan bu zamana yetişen yeni nesli düşünüyorum da sanırım sanatı devletin, aşırı şüpheyle yaklaştığı, hatta engellediği bir tür muhalif çıkış aracı olarak tanımlıyorlardır. Sanatın içinde elbette eleştiri var ama salt bir tehdit ve tenkit olarak görmek de ilginç tabi.

Bugün ülkenin sanata ve sanatçıya bakış açısı bir tiyatrocu oyunda başbakanın kızına el göz işareti yaptı diye devlet tiyatrolarına olan ödeneğin kısıtlanması, açılış kokteyline bile tahammül edemeyen mahallelinin bir resim sergisi açılışında insanlara saldırmasını haklı göstermek ve ülkenin en iyi heykeltraşlarından birinin olan eseri tek kalemde ucube olarak niteleyip yıkma girişimiyle gittikçe daha bir karamsar hal almaya başladı.

Sanatı anlamamak kimsenin suçu değil elbette. Fakat anlayamadığın ya da bunun için çaba dahi göstermediğin esere ya da eyleme savaş açmak çok ilkel bir tepki bence.

2002 seçimleri öncesi belli bir kesimin artık ağzından düşmeyen " Din elden gidiyor !" çığırtkanlığının yerini artık görüyoruz ki " Sanat elden gidiyor" söylemi almış. Tabi ki hiçbir zaman din elden gitmedi ve elbette bu abuk bakış açısı yüzünden yetkilerini bir kültürün ana damarını yok etmek için uğraşmakla da sanatı kimse silemez bu ülkede.

Fakat son on yedi yıldır, birşeylerin gittikçe daha da ters gittiğini de artık görüp fark etmek gerek..

21 Nisan 2011 Perşembe

Kendinden emin insan modeli

İki yıl önce tam da bu günlerde Britan's Got Talent yarışmasına bir kadın katıldı. Korkunç kıyafeti, korkunç saçları ve korkunç İskoç aksanıyla sahnede jürinin önüne geçti.

Bir sürü adayın beceri adı altındaki maskaralığından bezmiş jüri ki alışılagelmiş üzere içlerinden biri çok acımasızdı, 47 yaşındaki kadına hayalinin ne olduğunu sorduğunda Boyle " Profesyonel şarkıcı olmak" demiş ve seyirci dahil oradaki herkes suratını ekşitmişti. Peki neden bugüne kadar gerçekleşmedi diye sorduklarında ise kendinden emin bir halde o güne kadar hiç şans verilmediğini ama şimdi o gün sahnede herşeyin değişmek üzere olduğunu söyledi.

47 yaşında, ufak bir İskoçya kasabasında, hayatında kedisinden başka hiç kimsesi olmamış bir kadın olarak muhtemelen sönük bir hayat yaşamış bu kadının o günden iki yıl sonra Madame Tussauds müzesinde balmumu heykeli yapıldı.

O gün kimsenin onu dikkate almadığı " İşte herşeyin şimdi değişeceği yer burası" sözlerini söylemesinden 5 dakika sonra Susan Boyle patladı.Yarışmayı kazanamadı ama zaten final gecesine kadar sadece o eleme günündeki performasının yüzmilyonu deviren izlenme oranıyla henüz Justin Bieber ortalıkta yokken Yotube'un efsanesi haline geldi.

Evinde oturmaktan başka bir hayat sürmeyen, dünyadaki milyonlarca orta yaş ve üstü kadının idolü olan Boyle, özellikle Amerika'da kendi ülkesinden daha çok şöhret oldu.

Albümü, dönüşünü onunla aynı döneme getirme şanssızlığına denk getiren Eminem'den daha çok sattı.

Susan Boyle, yıllar süren bir çalışma ve azimle değil, yalnızca 5 dakikada bu üne kavuştu ve iki yılda ondan çok daha önce bu yola baş koymuş insanlardan daha hızlı yükseldi.

Ama haketti ama medyanın şişirmesi sayesinde bu kadar yükseldi, orası göreceli bir konu.

Bu kadının benim üzerimdeki hayranlığı hala o eleme gecesindeki çirkin ördek yavrusu haliyle birazdan herşeyin nasıl değişeceğini ilan etmesiyle başladı. Bunu söylemesinin ardından insanları daha üçüncü saniyede dumur eden sesiyle sonrası zaten çorap söküğü gibi gelmişti..

14 Nisan 2011 Perşembe

Manço

Barış Manço'nun parçaları Türkçe'ye övgü gibi resmen. Anlatım zenginliği ve alttan alta verdiği mesajlar zaten insanın aklından hiç çıkmayan melodiyle çok iyi uyum sağlıyorlar..

Sonra da şu şarkı sözlerine bakıp hala iki günlük şarkıcıları öven zihniyetleri anlamayı akıl bir türlü kabul etmiyor !

Alnı açık gözü toklar buyursunlar baş köşeye
Kula kulluk edenlerse ömür boyu taş döşeğe
Nefsine hakim olursan kurulursun tahtına
Çala kaşık saldırırsan ne çıkarsa bahtına
---
Sapa kulpa kapağa itibar etme dostum
İçi boş tencerenin bu sofrada yeri yok.
Para pula ihtişama aldanıp kanma dostum
İçi boş insanların bu dünyada yeri yok.
Halil İbrahim Sofrası

Gözümde yaş görseler
Erkek ağlar mı derler
Gökler ağlıyor dostlar
Ben ağlamışım çok mu?
Rahmet yağarken
Dostlar ben ıslanmışım çok mu
?
Ali Yazar Veli Bozar

Yaz dostum
Selam almayana yiğit denir mi?
Yaz dostum
Boşa geçmiş ömre yaşam denir mi ?

Sarı Çizmeli Mehmet Ağa

7 Nisan 2011 Perşembe

Bir nesli nasıl kaybettik ?

Sanıyorum bugünlerde benim yaşım ve üstümdeki herkes artık genç olmadığı için şükrediyordur. Her sene adı değişse de özünde tek bir sınavla geleceğini bağlayan bu sistemin insanlığı içine soktuğu durum hakikaten vahim. Hele bu seneki sınav artık bence bir neslin psikolojik olarak çöküşüne sebep olmuştur.

Lise sondayken bir öğretmenim " Üniversite sınavına hazırlanmak insan haklarının yüzde altmışından vazgeçmek demektir." demişti. Haklıydı da. Yani kafayı istediği okula girmeyi takmış birinin, hem lise sondaki derslerini çalışması, hem dershaneye gitmesi hem de tüm boş vakitlerinde test çözmesi gerektiği düşünülürse zaten geriye kalan zaman ancak yemek, yol ve uykuya ancak yetiyor. Onyedi, onsekiz yaşındasınız ama hafta sonu arkadaşlarla çıkalım, sinemaya gidelim, kafelerde takılalım hevesi hep vicdanınızla hesaplaşmanıza neden oluyor.Bir de hormonlar tavan yapmış, aklınız gönül ilişkilerinde, oy, tam bir kişilik mücadelesi..

Bu dönem, hatta sene diyelim o kadar travmatikti ki yatıp kalkıp tek konuştuğumuz konu sınav, üniversite, sınav ve üniversite idi. Böyle olunca kulaktan kulağa yayılan uydurma haberleri, yok bu sene şu değişecekmiş, sınava şu şekilde girerse alınmayacakmışsın, sınavda felsefe soruları çıkmayacakmış gibi zilyon tane dönen geyiği düşünün bir de. Üstelik de açıp kontrol edebileceğimiz bir Internet de yok. Elimizdeki tek kaynak okul ve dershanelerdeki öğretmenlerdi. Ve onların sayesinde genelde bu her hafta türeyen yeni uydurma haberlere aldırmadan hedefe yönelerek içimiz rahat ders çalışabiliyorduk.

Sınavı atlatıp hayatın diğer ağır zorluklarına kapılmış olsak da geriye dönüp bakınca bu sınav sisteminin her sene üstünde oynanarak ne hale getirildiğini görüp tam zamanında yırtmışız diye teselli bulduğumu hatırlıyorum.

Ama bu seneki duruma bakınca, ortada ne güvenilecek bir kimse ne elle tutulur bir sistem ne de ileride ne olacağı belli. O sınav temposunun açtığı ruhsal yorgunluğa bir de bu şifredir, kopyadır söylentileri eklenince o çocukların artık psikolojik olarak çökmüş olduklarına kesinlikle eminim.

Bundan dört beş sene sonra çalışma hayatına atılacak bu nesil iş yerlerinde tuhaf davranışlarda bulunup özel hayatlarında da deformasyona uğrarlarsa hiç şaşırmamamız lazım. 2011 yılı üniversite girişli misin diyelim, evetse yanıt peki diyip oradan uzaklaşalım. Zira bir nesli kaybettik, biz de çok fazla üstünde kafa yorarak sinirlerimizi bozmayalım.

Zamanında ünlü düşünürler bu şarkıda hislerini ifade etmişlerdi ama onlara kulak vermek yerine çocuklara karşı dava açılmıştı..Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar elbet..