Onun Cat Stevens hallerini ancak 80'li yılların meşhur nostaljik toplaması Anılar albümlerinde tanımıştım. Oysa o sıralarda çiçek çocuğu halinden çoktan çıkmış kendisini İslam dinine adamış ve bambaşka bir dünyada yaşıyordu.
Ortaokuldaydım sanırım, 32. Gün'de artık Yusuf İslam adını benimsemiş haliyle bir röportajı yayınlanmıştı. Uzun hacı sakalı ve gene uzun koyu renk kıyafetleriyle Suudi Arabistan'lı bir din adamından hiçbir farkı yoktu o görüntüde. İşlettiği müslüman okulunda oturmuş, Mehmet Ali Birand'ın " Peki o eski günleri, şarkılarınızı hiç özlemiyor musunuz ?" sorusuna acı acı gülüp başını sallayarak " Hayır, hem de hiç " yanıtını verdiğinde garip hissetmiştim.
Bir insanın bir uçtan diğer uca geçişinin en yalın haliydi Yusuf İslam. İngiltere'de Rum bir baba ve İsveç'li bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş olmasına karşın kendi kültürüne uzak bir din ve yaşamı bu kadar benimsemiş olması elbette tuhaf değil. Sadece insanın sanki geçmişi büyük hata ve utanç doluymuş gibi herşeye sırtını dönmesi beni tedirgin etmişti. Zira biz hala o şarkılarını dinliyorduk ama adamın bu tavrından dolayı neredeyse bizim de kendimizi suçlu hissetmemiz gerekiyordu.
90'lı yıllarda Yusuf İslam neredeyse her sene Türkiye'ye gelir oldu. O dönemde etrafı tıpkı kendisi gibi onlarca öğrenci tarafından sarılmış bir halde bizim okula yani Marmara Üniversitesi'ne konferanslar vermeye gelirken görürdüm. O kadar yakınımda ve aynı zamanda bir o kadar da uzağımdaydı o zamanki Yusuf İslam.
Sonra 11 Eylül olayları gerçekleşti. Duydum ki olayların arkasında İslami terör olması en çok Yusuf İslam'ı etkilemiş ve üzmüş. Sonra zamanla da gördüm ki bu üzüntü Yusuf İslam'ın kapandığı kabuktan biraz daha sıyrılmasına da sebep oldu.
Hem giyim kuşamındaki radikallikten hem de yalnızca ilahiler için kullandığı o güzelim sesinden bizler için fedakarlık yapmaya başladı. Hiç özlemiyorum dediği şarkılarını BBC'de unplugged konserlerde seslendirdi. Zamanın en sıkı boybandlerinden olan Boyzone'un eski üyesi Ronan Keating ile eski şarkısı Father and Son'da karşılıklu düet yaptı.
Bugün altmışlarında olan şarkıcı sanıyorum ki arayış yolculuğunu hala sonlandırmış değil ama en azından seyahatine yalnızca kendi kafasında olanları değil artık herkesi dahil edebildiğini görmek güzel birşey. Çünkü ister Stevens, ister İslam olsun, kendisi hala günümüzün en güçlü erkek vokallerinden biri..
4 Mayıs 2011 Çarşamba
2 Mayıs 2011 Pazartesi
Satış sonrası hizmet anlayışı
Sevgili Pisikopati'nin şu yazısını okuyunca kafamda müşteri memnuniyeti ya da satış sonrası hizmetlerle ilgili deneyimleri şöyle bir döndürdüm. İşin aslı müşteri hizmetleri denen sektörün doğrudan içinde yer alan bir kişiyim. Ama sonuçta bu sadece bir kaç yıllık bir iş tecrübesi ile bağlantılı olduğundan ve bundan önceki hayatımda her zaman müşteri tarafında yer aldığımdan konuları değerlendirirken karşı tarafın gözünden bakmaya dikkat ediyorum.
Türkiye tüketici hakları bakımından tam bir cennet. Kafasını kullanan herkes satın aldığı bir maldan isterse hayatının sonuna kadar verim sağlayabilir. Çünkü neredeyse daha ilk bozulmada ya da kötüye kullanımdan kaynaklı zararlarda malın üreticisi her zaman suçlu kabul ediliyor. Böyle olunca o mal ya yenisi ya da üst versyonu ile değiştiriliyor veya kullanıcıya ücret iadesi yapılıyor.
Bugün özellikle elektrikli alet ve elektronik cihaz sektörünün bu ülkede hala ayakta kalmasının tek sebebi Türk halkının okuma merakının olmaması sayesindedir. Diyorum ya biraz meraklı ya da kötü amaçlı biri o kanunu ve garanti koşullarını didikler ve firmalara istediğini yaptırabilir.
Gelelim firmaların müşterilerine karşı tutumlarına. Ben tabi kendi işimi bildiğim için bugün özellikle pahalı bir cihaz satın alıyorsam önce cihazla ilgili alacağım garantili servis güvencesine bakıyorum. Evet, kanun hep tüketicinin yanında, ancak bürokratik yavaşlık diye de bir gerçek söz konusu. O yüzden deli para sayıp aldığım televizyon bozulup da serviste iki ay kalır ve ben bu iki ay televizyonsuz kalırsam tüketici heyetlerinin ya da diğer tüketici hakkını savunan örgütlerin beni haklı bulması nereden baksanız üç ile altı ayı bulabiliyor. Haliyle ben de malımı alırken albenisi yüksek olana değil, beni satış sonrasında üzmeyecek markalara bakıyorum.
Zira normaldir, her cihaz bozulabilir. Önemli olan markanın bunun ne kadar arkasında durabildiği.
Doğru yaklaşım ve düzgün bilgilendirme ile bozulan bir cihaz o kullanıcının o markaya olan güven ve sadakatini ömür boyu bir bağlılığa dönüştürebilir.
Yani, onca reklama akıtılan paradan çok daha ucuza bir hizmet sunarak markalar hem kullanıcılarını kazanmış olurlar; hem de potansiyel yeni müşterilerin dikkatini çekerler.
Formül bu kadar basit.
Zaten aslında dediğim gibi bu ülkede bunu zorunlu kılan yasa varken markaların bunu fırsat bilip müşterilerine karşı hassas yaklaşmalarında fayda var. Küsmüş bir müşterinin bile kalbini kazanmak inanın çok kolay.
Ama malesef satış ve pazarlama kadar cazip olmayan satış sonrası hizmetler Türkiye'de sanki utanılacak bir masraf kapısı ve geliştirilmeye değmez bir zorunluluk olarak görülüyor. Böyle olunca da tıpkı Pisikopati'nin anlattığı gibi insana o markadan alışveriş ettiğine bin pişman eden sonuçlar doğuruyor.
O yüzden benim gözümde değerli olan marka, en iyi, en yeniyi sunan değil, satış sonrası da sizi kollayan markadır..
Türkiye tüketici hakları bakımından tam bir cennet. Kafasını kullanan herkes satın aldığı bir maldan isterse hayatının sonuna kadar verim sağlayabilir. Çünkü neredeyse daha ilk bozulmada ya da kötüye kullanımdan kaynaklı zararlarda malın üreticisi her zaman suçlu kabul ediliyor. Böyle olunca o mal ya yenisi ya da üst versyonu ile değiştiriliyor veya kullanıcıya ücret iadesi yapılıyor.
Bugün özellikle elektrikli alet ve elektronik cihaz sektörünün bu ülkede hala ayakta kalmasının tek sebebi Türk halkının okuma merakının olmaması sayesindedir. Diyorum ya biraz meraklı ya da kötü amaçlı biri o kanunu ve garanti koşullarını didikler ve firmalara istediğini yaptırabilir.
Gelelim firmaların müşterilerine karşı tutumlarına. Ben tabi kendi işimi bildiğim için bugün özellikle pahalı bir cihaz satın alıyorsam önce cihazla ilgili alacağım garantili servis güvencesine bakıyorum. Evet, kanun hep tüketicinin yanında, ancak bürokratik yavaşlık diye de bir gerçek söz konusu. O yüzden deli para sayıp aldığım televizyon bozulup da serviste iki ay kalır ve ben bu iki ay televizyonsuz kalırsam tüketici heyetlerinin ya da diğer tüketici hakkını savunan örgütlerin beni haklı bulması nereden baksanız üç ile altı ayı bulabiliyor. Haliyle ben de malımı alırken albenisi yüksek olana değil, beni satış sonrasında üzmeyecek markalara bakıyorum.
Zira normaldir, her cihaz bozulabilir. Önemli olan markanın bunun ne kadar arkasında durabildiği.
Doğru yaklaşım ve düzgün bilgilendirme ile bozulan bir cihaz o kullanıcının o markaya olan güven ve sadakatini ömür boyu bir bağlılığa dönüştürebilir.
Yani, onca reklama akıtılan paradan çok daha ucuza bir hizmet sunarak markalar hem kullanıcılarını kazanmış olurlar; hem de potansiyel yeni müşterilerin dikkatini çekerler.
Formül bu kadar basit.
Zaten aslında dediğim gibi bu ülkede bunu zorunlu kılan yasa varken markaların bunu fırsat bilip müşterilerine karşı hassas yaklaşmalarında fayda var. Küsmüş bir müşterinin bile kalbini kazanmak inanın çok kolay.
Ama malesef satış ve pazarlama kadar cazip olmayan satış sonrası hizmetler Türkiye'de sanki utanılacak bir masraf kapısı ve geliştirilmeye değmez bir zorunluluk olarak görülüyor. Böyle olunca da tıpkı Pisikopati'nin anlattığı gibi insana o markadan alışveriş ettiğine bin pişman eden sonuçlar doğuruyor.
O yüzden benim gözümde değerli olan marka, en iyi, en yeniyi sunan değil, satış sonrası da sizi kollayan markadır..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)