29 Ekim 2009 Perşembe

İstanbul`un Asya`lısı

İstanbul`da yaşamak savaş alanında ön saflarda çarpışmak gibi. Evet, parası olanlar belki daha gerilerde kendilerini güvenceye almıştır ama inanın bana en zengini bile bu kent sayesinde askeri becerilerle donatılıyor.

Ama benim gözümde karda olsun, çölde olsun; isterse en de acımasız düşman tarafından etrafı sarılmış, hiç farketmez, her türlü mücadelenin altından kalkabilecek esas kahraman yürekli askerler İstanbul`un Anadolu Yakası insanlarıdır.

Konum olarak her türlü imkan Avrupa yakasına sıkıştırıldığı için doğru dürüst mahallesinden çıkmayan bir Asya yakalı bile bir yilda diğer yakalıdan daha çok karşıya geçiyordur. Oysa bir Avrupa`lı bir arkadaşında akşam yemeği planı, Beykoz"da pazar kahvaltısı ya da Bağdat Caddesi`nde dolanma gibi bir zorunluluğa düşmediyse o tarafa geçmeyi aklından bile geçirmez.

Bir de her gün iş ya da okul için kıtalar katedenleri düşünün. Avrupa`dakiler daha sıcacık yataklarında çalar saatlerinin onları ayağa dikmesine en az yarım saat varken Asyalı çoktan bir araca binmiş ya köprü geçiyordur ya Boğaz`ın azgın sularını.

Hafta içi yoğun saatlerde Avrupa yakasına geçen milyonlarca Asyalı askerin günde en az 2 saatinin yollarda geçtiğini ve bunu da en az 3 araç değiştirerek gerçekleştirdiklerini hepimiz biliyoruz zaten.

Arabayla gidip gelenler de var tabi. Eğer Boğaziçi Köprüsü`nü kullanıyorlarsa sabahları binbeş yüz dur kalk yüzünden küresel ısınmaya katkıları yetmezmiş gibi günde iki saat bu en sinir saatlerde direksyon sallamanın o ruh yıpratıcılığından bir güzel nasiplenmekteler.

Fatih Sultan Mehmet`in müdavimleri ise benim gözümde gerçek komandodur. Bunlar sabahları tüm duyularınızı şaşırtabilecek oyunlar oynayan bir trafikte savaş vererek güne başlarlar.

Önce trafik güzel akıyordur; sonra bir anda duruverir; yavaşlamaz bile; sonra bir bakarsınız yine saatte yüzyirmiyle basmış gidiyorsunuz; sonra gene bir anda ani bir fren. Bu bir nevi refleksleri güçlendirme antrenmanıdır bu yolculuk.

Akşam ise iş veya okul çıkışı yorgunluğunuzu umursamadan tüm askerlerin aynı anda şeritlere saldırdığı bir düzenek vardır. Üstelik bu sefer kocaman kamyonlar ve devasa tırlar da oyunun içindedir. Ve siz binbeşyüz şeritten beş şeride geçen yolda, yandaki önünüze geçmesin arkadaki fazla yaklaşmasın derken bir bakarsınız daralan şeritler yüzünden ya bir otobüs ya da kamyon size yandan bindirmiştir.
Ee savaş alanı da doğa gibidir işte güçlüler zayıfları hep ezerler..

Hangi köprüyü kullandıkları farketmez her Asya`lı yılda en az bir hasarlı araç kazası yaşar. Kadıköy-Kartal güzergahındaki minibüslerle zorunlu slalom deneyimleri bile bazen bu kazalardan kaçabilmeyi engellemez malesef.
İstanbul`un Asyalısı sadece ileri seviye zorlu koşullar şöförü değildir. Onlar güne gün doğmadan başlayıp gün sonunda eve en son dönenlerdir bir de. Bu yüzden de hafta içi iş çıkışı arkadaşlarla bir iki kadeh içelim, yok okul çıkışı sinemaya gidelim gibi basit sosyal aktivitelerden bile mahrumlardır.
Yollarda verilen mücadele yoğun psikolojik baskı ve üstüne kısıtlanmış sosyal haklar. İşte size mükemmel bir askeri eğitimden çıkmış savaşçının açılımı. Kadın, erkek, çocuk, yaşlı fark etmez; her türlü koşulda ayakta kalmaya önceden sınanmış ideal komadonun tarifi yani İstanbul`lunun Asyalı`sıdır onlar.
Diğer yakadakilerle aynı kenti paylaşıyor gözükseler de İstanbul"un zorlu koşullarında savaşan ve hür gün evlerine zaferle dönen askerlerdir.

27 Ekim 2009 Salı

Konser sözü


HSBC Genel Müdürlüğü ile İngiltere Konsolosluğu patlatıldığı sırada her ikisine de uzak olsam da ofisteki camdan bakıp gökyüzüne yükselen koca sarı dumanları gördüğümde gerçekten korkmuştum. Patlamalarla bizim olduğumuz bina bile sarsılmıştı ve o anda panik havası yayılmıştı.

O patlamalar çok can aldı, hem ülke hem de dünya gündemine oturdu ve gerçekten çok moral yıkıcı haftalar yaşadık.

Olayların küllenmeye başladığı bir süre sonra iki yabancı grubun İTürkiye konseri gerçekleşecekti. Ikisi de çok sevdiğim ve bilet fiyatlarını umursamadan gideceğim sahne performanslarıydı benim için.

Ne var ki gruplardan Blondie olanı bu yaşananları bahane ederek konserini iptal etti. Diğeri ise bizi yüz üstü bırakmadan hem Ankara hem de İstanbul konserleri için geldiler ve gerçekten de çok iyi konserler verdiler.


Televizyondaki röportajlarında İngiliz grubun solistine diğer grubun konserini iptal ettiğini ama kendilerinin gene de geldiğini hatırlattılar. Hayatımda hiçbir videosunu izlemediğim ama o tok ve yoğun ses tonunu duyduğum anda parçanın melodisi ne olursa olsun etkisine girdiğim grubun solisti aynen şunu söyledi. " Yaşananlar trajik ve üzücü, ancak biz bundan vazgeçsek ve buraya gelmesek bu işi yapanların amacını gerçekleştirmiş olacağız. O yüzden umursamamalı ve devam etmeliyiz."

Hani milliyetçilikten falan değil ama o sarı dumanları, o sarsıntıyı, gazetelere çıkan ölü ve yaralıları bizzat görmüş ve bu ülkenin bir insanı olarak içimden bu gruba ve soliste olan sempatimin tavan yapmasına engel dahi olmadım. Zaten muhteşem bir konser vermişlerdi, o röportaj sonrası gözümde kahraman mertebesine kadar yükselmiş de oldular.

O yüzden bugün ne zaman Tindersticks dinlesem hala ve hala tüylerim diken diken olur ve saplantılı bir hayran güdüsüyle sempati beslerim bu adamlara.

Ve aynı şekilde kıl olurum korkak Blondie'ye.

Şimdi daha gelme ihtimali yokken bile hakkında efsaneler üretilmiş bir başka grubun konseri gündemde. İnsan hakları protestosu masallarıyla U2'nun hiç gerçekleşmemiş Türkiye konserine bahaneler üretildi yıllar boyu. 2001 yılında bir grup uyanık madem U2 Türkiye'de insan hakları olmadığına inanıyor o zaman gelsinler Diyarbakır'da konser versinler, hem de tam yerinde görürler insanı da hakkı da diyerek kampanya başlatmıştı.

Şimdi ya ülkedeki koşullar biz farketmeden değişti ya da grup artık bizi affetti bilmiyorum 2010 Eylül'de gelmeye karar verdiler. Eminim de gelmiş geçmiş en iyi konseri yaşatacaklar bize.

Yalnız insan hakları şovalyeliğinde bu kadar önde koşan grup nasıl oluyor da konser biletlerini konsere 10 ay kala hem de yüksek fiyatlardan satılmasına göz yumuyor orası benim için soru işareti. Madem insanlara ve haklarına değer veriyor bu U2 neden bir sene önce o kadar parayı gözden çıkarmamıza göz yumuyor ?

2010 Eylül'ünde bugün o bileti alan kaçımızın bir yakını belki evlendiği için muhtemelen konsere gidemeyecek. Belki bazılarımızın acil bir durum yüzünden şehir dışında olması gerekecek. Daha da trajiği belki hayatta bile olmayanlarımız olacak o tarihte. Ama Bono ve saz arkadaşları gene de " geliyoruz" dedikleri için bile önden paralarımızı almaya hak kazanmış gözüküyorlar.

Ya da satışa göre mi karar verecekler gelip gelmemeyi ? Sebep ne olursa olsun zaten şovenistlikten başka bir amaca hizmet etmeyen bu yüksek insani duyguların materyalizmden başka birşeyle beslenmediğini ortaya koyuyor ortadaki manzara.

Dedim ya Blondie gözümde ufalandı artık, Anadolu turnesine çıksalar bile kurtarmazlar. U2 da hemen onun arkasındaki yerini aldı artık.

16 Ekim 2009 Cuma

30 yaş sonrası itirafları

Çocukluğumdan itibaren hep yanlış adamlara aşık oldum..

Sanırım en eskisi adını bile doğru dürüst telaffuz edemediğim ülkesi bilinmez bir şarkıcı olan Limahl idi. Kıyıdan köşeden bulduğumuz Bravo dergilerinden başka hiçbir kaynak yoktu bu tipe ilgi göstermek için ama olmuştu bir kere. O zamanlar MTVnin Alman versyonu Music Box denen kanalda Haş Haş diye anladığımız şarkısını duyduğumuzda bu herife olan platonik tutkumu bilen arkadaşlarım benimle dalga bile geçmişti.

Ama şimdi düşünüyorum da aslında George Michael ya da A-hanın solisti Morten Harket`ın paylaşılamadığı o yıllarda Limahl biraz gizli kalmış bir hazineydi. Ancak eşşek kadar olduktan sonra kitabını okuyacağım Never Ending Story romanının aynı adlı filmine yine aynı isimle muhteşem bir parça yapmıştı bu şahsiyet. Ağbimin bir arkadaşı benim Limahl"e olan ilgimi fark ettiği anda evindeki dev posteri getirip bana hediye etmişti. O zamanlar 9 yaşındaydım ve ileride bir sürü odam ve o odaları süsleyen türlü posterlerim olsa da onunki kadar büyük ve değerlisi geçmedi hiç o duvarlardan.

Ergenliğe girmeye yakın film oyuncuları artık ilgimi çeker oldu. Bu sefer de filmlerini hiç izleyemediğim ama Blue Jean dergisinin gazıyla fena halde kafayı taktığım Corey Haim geldi. Amerika ve Avrupa Lost Boys diye delirirken benim o filmi izlemem 5 yıl gecikmeli gerçekleşti. Ve izlediğimde Corey Haim`in o filmdeki yaşından biraz daha büyük olduğum için bu aşk da zamana yenilmiş oldu.

Ortaokul yıllarında Jodie Foster"ın Accused filmiyle en iyi kadın oyuncu Oscar`ı aldığı sene herkes bu kadını konuşurken ben aynı ödül törenindeki yardımcı erkek oyuncu adaylardan birine kapılmıştım bile. Oyuncunun aday gösterildiği filmi izlemek bu sefer çok daha uzun yıllar sonrasına denk gelse de tıpkı bir Rönesans heykeli gibi kusursuz yüze sahip River Phoenix takıntısı kolay kolay geçmedi. Ancak bu sefer aşkı öldüren ben değil kendisi oldu. Sonradan o sıralar erkek arkadaşı olduğunu öğrendiğim Keauni Reeves ile gittiği bir barda muhtemelen ilaç kullanımına bağlı bir krizle ölüvermişti. Çok gençti ve hala çok yakışıklıydı. İşin acı yanı sonrasında onun yarısı kadar bile etmeyen erkek kardeşi Jouaquin ne yazık ki ondan çok daha tanındı ve ünlü oldu.

Eşşek kadar olduğum yıllara geldiğimizde bu sefer arada sırada izlediğim ve her defasında da süper sıkıldığım Buffy The Vampire Slayer dizisine kurban gittim. Dizinin dördüncü sezonunda vampir Spike karakteri hem kötü hem de aciz haliyle dikkatimi çekmişti. Birkaç bölüm daha seyrettikten sonra bu Spike neden Buffy"e kadar takık yoksa sonunda aşık mı olacak diye Internetten araştırdım. Merak etmez olaydım. Üç günlük 19 mayıs tatilini bilgisayar başında Spike videoları ve resimleri ile harcayıp tüketiverdim. Aptal dizinin 5. ve 6. sezonlarını Amazon"dan sipariş verdim yetmedi belki arada Spike gözükür diye Angel"ı bile izledim. Bu seferki bir şarkıcı ya da aktör bile değil uydurma bir karakterdi ama gene de güzel bir duyguydu; tabi o zaman için.

Her biri farklı zamanlara yayılmış bu birbirinden alakasız adamlar elbette gurur duyduğum aşklar değildi. Çoğu zaman sebep bile yoktu bu saplantım için. Ama sonunda ne onlar incindi ne de ben. Her aşkın sonunda kolay sahip olunamayacak tek başarı da buydu galiba, kim bilir..

14 Ekim 2009 Çarşamba

Rock serttir mi demiştiniz ?

Metallica, adı üstüne, Heavy Metal türünün simgeleşmiş gruplarından biri. 90'lı yıllarla birlikte biraz daha sakinleşmeye, birçok hayranının ağzından düşmeyen deyimle "yumuşamaya" başlamış olsalar da grup siyah kıyafetleri, uzun saçları ve sert mizaçlarıyla Rock müziğin bu en " kulak acıtıcı " türün öncü grubu olmuştur.

Bana göreyse Metallica'yı sert kılan tek birşey vardır:
One.

İnsanlığın en büyük suçu savaşın bir kişi üzerindeki toplu kıyımını anlattığı bu parça gerek videosu gerekse sözleriyle gerçekten can sıkıcıdır. Kollarını, bacaklarını, duyma ve konuşma yeteneğini kaybetmiş, artık bir yüzü bile olmayan bir askerin aslında onu esas ayakta tutabilecek ruhunu savaşa kurban vermiş haliyle hastanedeki yakarışları sinirinizi bozar. Karanlıkta kıstırılmış, etrafını saran derin sessizliğe rağmen çığlık bile atamamanın acizliğiyle tanrısına yalvarır, öldür beni, lütfen öldür beni diye.

Ne yazık ki siz de ona katılmadan edemezsiniz, bu askerin tek uyanışının artık sadece ölüm olduğu aşikardır.


80'li yıllar boyunca hiçbir parçasına video yapmamış Metallica'nın One için yaptığı bu istisnanın altında kötü bir niyet olduğu da oldukça belli. Bırakın Rock müziği, müzik tarihinde bundan daha gerçekçi bu yüzden de moral bozucu bir başka video olduğundan ben açıkçası şüpheliyim.


Poison, aynı yıllarda, ki kendileri sarı uzun saçları ve şopar kıyafetleriyle Heavy Metal'in en renkli isimlerindendir, savaşa dair en iyi kandırma hikayesini anlattığı Something To Believe In'le bir diğer sert tokadı yapıştırmıştır.

Tanrıya ve ülkesine olan sadakatinden faydalanan politikacıların gazıyla kendini Vietnam'da bulan genç bir Amerikalı'nın, en yakın arkadaşını gözünün önünde kaybetmesini ve sonuçta kazandığı tek madalyanın artık onunla işi kalmadığı için kendisini istemeyen ülkesiyle yüzleşmesini dinleriz.
Vietnam gazilerinin eve dönüş denen süreçle aslında eski benliklerini yitirmiş yeni ve asla alışamadıkları hayatlarını açıkça gösterir bu parça. Bir kısmı eşleri ve çocuklarından kopmuş bir kısmı akıl hastanelerinde kendilerini öldürecekleri günü bekliyordur. Parçadaki gazi yeni ve farklı gözle görmeye başladığı ülkesinde sokaklarda açık bir mezarda yatar gibi sürünen evsizleri, bir kaç kilometre ötede altın kupalardan içkilerini içen zenginleri sorgular. Neden çoğu kaybederken çok az kazanandır hayatta ?
Noelini kutlamak için aradığı yakın bir arkadaşının bir otel odasında yapayalnız bir adam olarak çoktan öldüğü haberini almıştır. Üzüntüden kendini kaybetmemek için tüm gece çabalayıp bir kaç gözyaşı ile yetinmesine rağmen kendisini bomboş hissetmektedir.
Aynadaki silüetine bakar ve artık inanacak hiçbir değer kalmadığı için kendisinin de gittikçe solduğunu farkederek yine her asker gibi tanrısına yakarır, bana inanacak birşey ver.

Ne Metallica kadar karanlık ne de Poison kadar sevimli olsa da
Guns N' Roses da türüne ihanet etmemiş ve vaat edilen topraklar kandırmacası üzerine yazdığı savaş eleştirisi Civil War'da en uzun melodilerinden birini ortaya koymuştur.

Bu sefer yüzleşmenin hedefi açıkça bizizdir. Savaşan adamlara, ağlayan kadınlara ve ölen genç erkeklere bakın der, her zaman hep aynı şeydir bu olan. Tıpkı içimizde büyüyen nefret, kaçındığımız korkular ve yönettiğimiz yaşamlar gibi hep aynıdır aslında oynanan oyun. İçlerinde Kennedy'nin de olduğu barışa inananların öldürüldüğünü gördükçe hissizleşir ve daha net görmeyi öğrenir. Bu yüzden asla Vietnam tuzağına düşmez. Çünkü aslında tüm savaşlar bir nevi iç savaştır. Zengini besler, fakiri gömer. Tıpkı askerlerin insan manavlarındaki satıcıları oynadığı bir oyundur bu gösteri, üstelik hiçbiri de taze değildir !
Ve tekrar yüzleştirme başlar, bu sefer daha sertçe, döktüğünüz kanlara, öldürdüğünüz dünyaya, takip ettiğiniz liderlere ve yuttuğunuz yalanlara bakın der. İşte bu yüzden bu iç savaşa hiç ihtiyacı yoktur bu savaşmayan askerin.


Haklısınız, Rock müzik her zaman sert bir müzik olmuştur. Çünkü insanı insana kırdıran ama hiçbir zaman suç sayılmayan savaşların karşısında duran tek türdür. Ve bunu da işte böyle sertçe ortaya koyar.

8 Ekim 2009 Perşembe

Bizim sitenin halleri devam ederken

Blog sayfama ilk koyduğum yazı yaşadığım site ile ilgiliydi. Sonra da sitede gözüme takılanlar devam ettikçe yazmayı sürdürdüm. İşte gene kafama takılan ve yerden yere vurmadan edemeyeceğim hareketlenmeler söz konusu benim anlam veremediğim canım sitemde.
E-posta yazışmalarında hararetlenen konumuz bu sefer bahçe katlarının üstlerindeki brandaları kaldırıp kış bahçesi gibi camla kapatma istekleri. Aslında yazışmaların çoğunda böyle bir istekten bahsedilmiyor. Daha çok böyle bir gündem var deniyor ve alt kattan çok üst kat olan sitede her kafadan ses çıkıyor.

Bahçe katlarında oturanlara üst kattakilerin garezi mi var bilmiyorum ama alttakilerin kafaya sürekli sigara izmariti ve çer çöp yağdığını görüyorum. Brandalar delik deşik zira. Öte yandan bıçak dahil her türlü garip nesnenin bahçe katlarına düştüğü oluyor. Bir nevi bahçe katında oturmak macera ve risk gerektiren bir olgu bizim sitede yani.

Haliyle insanlar hayati güvence adına brandadan daha sağlam olan camekanı düşünmüş olabilir. Ama görsel zevkleri üstün olan üst komşular buna kesinilkle karşı. Camekanlar çirkin görüntü verirmiş.

Ben de buradan hepsine birden kırmızı kart gösteriyorum. Bir ara sokak kedilerine takan sitenin insanlık dışı varlıkları artık resmen kurbağa katili oldular. Sitenin göbeğinde suni gölette nisan ayından itibaren ötmeye başlayan kurbağalar ağustos ayıyla birlikte topluca suskunluğa gömüldüler.
Belli ki görsel zevkleri üstün site halkının duyma organları da hassas ki ekolojik düzeni bile yok sayarak kimbilir kaç kurbağa ve canlının hayatına son vererek o göleti ilaçlattırdılar.
Camekanlar sokak kedisine, brandalar kurbağaya dönüşür ve hepsinin kabusu olur umarım..

Sizin hayatınızın yöneteni kim ?

Ortalama bir oyuncusunuz ama geniş bir çevreniz var. Hoş bir hatunsunuz da. O yüzden etrafınızdaki ilgiye alışıksınız. Ancak günün birinde her gün yolunuzun kesiştiği genç bir adam sizi evinizde alıkoyarak zorla hapsetmeye kalktığında tepki gösterebilirsiniz tabi.

Hele ki bu genç adam size aşık olduğu için böylesine tuhaf bir yöntemle sizi de kendisine aşık etmeye kalktığını öğrendiğinizde hayatınız allak bullak olacaktır.
Özellikle iddia ettiği gibi bir gün gerçekten ona aşık olduğununuzu fark ettiğinizde.

Ya da bir delikanlısınız, annenizi kaybetmişsiniz ve hiç tanımadığınız babanızı arıyorsunuz. Genç bir rahibe ile tanışıyorsunuz, kızcağız babanızın çocuğuna hamile. Bu arada babanızın ise bir transseksüel olduğunu öğreniyorsunuz. Bu da hayatınızın önemli bir değişim noktası olurdu herhalde.
Hayat Almadovar'ın bu yaklaşımındaki kadar çeşitlemeli değil diye karşı çıkabilirsiniz. Ama üçüncü sayfa haberlerine karşı bağışıklık kazanmış bünyelerin İspanyol yönetmenin önümüze serdiği tuhaf hayat çeşitlemelerinden de nasibini almışlarımız vardır mutlaka.

Bir gün hayata hisleri, sinirleri, ve yaşam faliyetleri bile olmayan bir bilgisayar gibi bakmaya başlayabilirsiniz. Günlük koşturmanızın tıpkı bir banka reklamındaki gibi ev ve iş arasındaki gibi gel-gitlerin ötesine geçmediği o tempoda kaybolmuş olabilirsiniz. Sonra başınızı kaldırdığınızda bir bakarsınız ki en yakın ve dost sandığınız insanlar sizi gözden çıkarmış ve hatta arkanızdan kuyunuzu kazmak üzereler.
Uzun zamandır insan gibi hissetmeyi unuttuğunuz için aklınıza gelen ilk şey onlar davranmadan sizin onlara karşı atakta bulunmanızdır. Bu empatiyle yaklaştığınızda bir uzay gemisindeki bilgisayar olan HAL'e yakınlık duymanız kaçınılmazdır.
Bir dağ otelinde sezon dışı bekçilik yapmanın içinizde kıstırılmış canavarı uyandırması gibi cinnete sarmanıza da gerek yok. Tıpkı
Kubrick filmlerinin hepsinde olduğu gibi dışarıda ne tür delilikler olursa olsun hayat sizin için o ağır ve uzun bakışların temposunda, çoğu zaman derin sessizliklerle de anlam kazanıyor olabilir.
Bir tek bakış ve uzun bir sessizlik özetiyle süren bir gidiştir belki de sizin hayatınız.
Ya da belki de herşey çok fazla mantıklıdır ve kabul edilmiştir ki siz artık bu düzeni farklı bir bakış açısıyla görmeye başlamışsınızdır. Bir gün sahip olduğu herşeyden ve herkesten vazgeçip kendini uzaklara kaçıran bir insana dönüşmek en çok arzu ettiğiniz çabadır. Sizden başka herkesin yadırgayacağı ama yılmayacağınız ciddi değişimi kovalıyorsunuzdur. Bir sabah kalktığınızda hayat eski kurulu düzeninizden bambaşka bir boyuttadır. İşte o zaman
David Lynch size hayatınızın en anlamlı film karelerini sunuyor demektir.
Tüm bu belkilerin üzerine gelecek asıl soru da yazının başlığında aslında. Yaşlar ilerler, mekanlar ve insanlar değişirken kontrolün hala kendinizde olduğuna emin misiniz ? Aldığınız kararlar, yaptığınız seçimler gerçekten size mi ait ? Sizi siz olarak nitelendiren özelliklerin gerçekte kaçı içinizden gelen doğal tepkiler kaçı da dışarıdan gelen etkilerle şekillenmiştir ?

Hangi yönetmenin ekolüne kapılıp gidiyor olabiliriz ki hayat dediğimiz bu şeyin içinde konumumuz şu anki haliyle belirlenmiştir ?