New York'a ilk defa gidecekler için verilen binbir tavsiye içinde kolay kolay bahsi geçmeyen bir yer vardır: Birleşmiş Milletler Genel Merkezi. Tabi New York diye andığımız Manhattan adası o kadar çok mekan, ıvır zıvır barındırıyor ki böylesine sıkıcı bir yeri oranın yerlisi bile görmezden geliyor.
Oysa hafta içi özel turlarla gezdirilen bu merkezin bence en cazip yanı içeri adımınızı atmanızla New York hatta ABD sınırlarından çıkıyor olmanız. Yani Birleşmiş Milletler'e gidip de birini öldürür ya da başka türlü bir suç işlerseniz sizi ABD yargılamıyor, bu iyi bir ipucu bence.
Bir de dünyanın farklı köşelerinden, çok değişik ülkelerden biraraya gelmiş bu kadar insanı görebileceğiniz bir başka yer yoktur herhalde. 23 Nisan çocuk şenlikleri bile daha sönük kalır buradaki personel yanında..
Öte yandan yıllardır televizyonlarda gördüğümüz ve türlü türlü politikacıların mutlaka genel kurulda konuşma yaptığı salonları görmek, temsilcilerin oturduğu sıralarda oturmak da farklı bir duygu.
Farklı çünkü, Birleşmiş Milletler resmen dökülüyor ! Fuaye alanları neyse de o güvenlik konseyi, genel kurul, ekonomik forum hepsi neyse işte acınacak haldeler. Ahşap sıralarına oturduğunuz anda sıra içeri göçüyor. Biraz zorlasınız elinizde bile kalır hatıra olarak. Halılar eskimiş, içerisi neredeyse küf kokuyor.
New York'ta okyanus kıyısında dev bir bina olarak yükselen merkez aslında zamanında balıkçı barınaklarına aitmiş. Bilen bilir, Manhattan öyle bir adadır ki bizim anlayışımızın tersine deniz kenarı yerler daha değersizdir. BM'in de buraya ucuzdan kurulmuş olması zaten bu yüzden.
Eskimiş kurul salonları da zamanında İsveç, Danimarka ve Norveç tarafından bağışlanan paralarla yapılmış yerler. Hatta öyle ki rehberimiz bizi bir salona getirdiğinde gruptaki Amerikalılardan biri şaşırtıcı bir çıkışla " Burasını da Finlandiya mı yapmış ?" diye espri yaptığında adama hak vermeden edememiştim. Zira İskandinavlar dışında kimse el atmamış buraya. 1950lerde yapmışlar ve aynen öyle kalmış.
Tabi bu şaşırtıcı olmayan bir durumun sonucu. Bugün ABD dahil ekonomik olarak gelişmiş bir çok ülke BM'e yıllık üyelik parasını ödemiyor. Sadece ABD'nin borçlu olduğu miktar şöyle söyleyeyim, Mcdonalds'ın yıllık cirosundan daha az.
Bugün dünyanın hemen her yerinde barış gücü askerleri ve desteği olan BM'in küresel sorunlara çare değil ancak yara bandı ile sınırlandırılması da bu parasızlıktan kaynaklanıyor.
Adı üstünde Birleşmiş Milletler, herkesin eşit haklara sahip olması gerektiğini öne süren bir oluşum, aslında ABD ve diğer bir çok ülkenin neredeyse kontrolü altında.
O yüzden de zamanında ne İran-Irak savaşı'nda ne Bosna'da bugünse Darfur'da adını bile duyamıyor olmamız çok normal.
Ama siz gene de olur da NY'ye giderseniz mutlaka gidin görün burayı. Dünya vatandaşı olan herkesin payı olan bu merkezi ziyaret etmek, oluşumun parçası olmak gibi hissettirecek size.
Ve Birleşmiş Milletler hakkındaki tüm fikirlerinizin yeniden şekillendiğini göreceksiniz...
20 Eylül 2009 Pazar
28 günde insanlığın çöküşü
2000li yılların kanımca en iyi korku-gerilim filmlerinden biri olan 28 Gün Sonra filmini izlemiş izlememiş herkes için yazıyorum..
Bir kaç eylemcinin bilimsel araştırmalarda denek olarak kullanılan hayvanları serbest bırakma girişimleriyle başlayan bir trajediyi izliyoruz önce. Hayvanların kuduz mikrobu taşıdığını bas bas bağıran görevliye aldırmaksızın kafeslerinde çığlık atan maymunları özgürlüğe kavuşturma çabası daha baştan ilk kurbanların kendileri olmasına sebep oluyor.
Ders 1 Hayvan hakları için yapılacak her türlü eylem henüz labratuvara girmemiş hayvanları kapsasın. Kafeslerdeki hayvanları özgürlüğe kavuşturmak sizin özgürlüğünüzün bittiği anın başlangıcı olabilir.
Muhtemelen içgüdüsününü dinleyerek bir kilisiye gidiyor. Cemaatin topluca ölmüş halini görmesi yetmezmiş gibi insanlığından geriye sadece üstündeki kıyafetleri kalmış deli bir rahibin saldırısına uğruyor.
Jim'i kurtaran iki kişiden öğreniyoruz ki kan ve tükürükle bulaşan bu hastalık anında etkisini gösteriyor. Yani hastalandığınızda bir zombiden daha atak olmanızdan öte acaba ne zaman zombileşeceğim diye saatlerce bekleme stresi de ortadan kalkıyor. Bir de güneş ışığından rahatsız oldukları için sadece geceleri varlık gösteren kısmı özgür hızlandırılmış zombi versyonu bunlar.
Ve her korku filmindeki gibi gruptan biri çabucak eksiliyor. İlk sıcak karşılaşmada kolundan ısırılan kurtarıcılardan biri diğer kurtarıcı tarafından daha hastalık etkisini göstermeden pala ile paramparça ediliyor. Komşuları tarafından ısırılma tehlikesini atlatan şaşkın Jim bundan sonrasında bir çift olarak devam edecekleri Selena"ya soruyor, nerden anladın ona bulaştığını, hepimize kan sıçramıştı diye. Selena çok şey yaşamış olgun acımasızlığıyla gözlerinden diyor gözlerindeki korkudan anladım bulaştığını.
Jim ve Selena küçük apartman dairelerinden noel ışıklarıyla işaret yollayan bir baba kızla tanışırlar. Kocaman şehrin göbeğinde su ve elektrik gibi ihtiyaçlar olmaksızın yapamayacaklarını anlayarak uzaklaşmaya karar verirler. Radyodan sabit olarak yayınlanan orduya ait mesaj da kanlarına girer hemen. Kuzeyde saklanan ve tedaviyi bulduklarını iddia eden bir çağrının peşine düşerler.
Filmde anlatılmak istenen insanlığın sonu hikayesi işte bu malikanede netlik kazanıyor. Etraflarını dışarıdakilere karşı en iyi önlemlerle kamufle etmiş ve içeride kendi dünyalarını kurmuş bu bir grup asker tıpkı yemek ve içmek gibi gerekli bir diğer ihtiyaçları için bu üçünü alıkoyuyorlar; çiftleşmek için.
Jim ise daha bir gün önce az kalsın hastalıklı bir rahip tarafından ısırılmak üzereyken kendisini kurşuna dizecek askerlerden kurtulup kızları kurtarabilmek için tıpkı kudurukları gibi insanlıktan çıkan bir çabaya girişiyor.
Şiddetli yağmur ve karanlıkta her biri eğitimli askere bahçede köpek gibi besledikleri bir kuduruğu salıyor. Bir yandan kuduruk bir yandan kendisi askerleri tek tek yok ediyorlar. Bıçak kemiğe dayanınca canını kurtarmak için kanında virüs olmadan da insanın delirebileceğini gösteriyor Jim. Öyle ki onun bir askerin gözlerini parmaklarıyla oyarak öldürdüğünü gören Selena da Jim'in virüsü kaptığı için böyle çıldırmış gibi davrandığını sanıyor.
Böylesine insanı daraltan karanlık bir filmin sinemalara bağışlanan sonu biraz daha insani olmuş. Vaktini karanlık bir salonda onlarca insanla bu filme adaptasyon kurarak geçiren seyirciye kıyak yaparcasına üstlerinden uçan bir savaş uçağı sayesinde kurtuluyorlar. Tabi bir dağ evine yerleşip koca harflerle MERHABA yazmak için kumaşları kullandıktan sonra.
Tabi mantıklı geliyor insana, İngiltere sonuçta bir ada olduğu için virüs dışarı çıkamıyor. Var olan hastalıklı insanlar da açlıktan öldükleri için bizimkilerin kurtuluşları kolay oluyor.
Ama filmin DVD versyonunda üç farklı sonla evinde oturup izlemeyi seçen seyirciyi cezalandırıyor yapımcılar. Zamanında filmi izleyip benim kadar etkilenen Radyo Eksen sunucularından biri her sabah filmin soundtrack albümden parçalar çalması yetmezmiş gibi filmin diğer sonunun oldukça can sıkıcı olduğundan bahsetmişti. Ama üçüncü bir son olduğundan muhtemelen kendisinin bile haberi yoktu.
Uzun bir film boyunca insanlığın insanlığa kırdırıldığını izleyip bir de sonunda kendinizden nefret ettirecek bir sonla filmi bitirmek biraz haksızlık bence. Ancak tüm filmde anlatıldığı gibi insanlık için esas tehlikenin virüs değil zor koşullarda sizi arkanızdan vuracak sağlıklı insanlar olduğu gerçeğiyle yüzleşmek de inkar edemeyeceğim bir durum.
Filmi uzun uzun anlatmamın sebebi de biraz bu gerçekle filmi izlemiş, izlememiş herkesin yüzleşmesi. Bu tip filmlerden hoşlanmıyor olsanız da nasıl olsa uzun uzadıya anlattım, korkulacak bir yeri kalmadı, oturun izleyin. Filmi zaten izlemişler de eminim ikinci ya da üçüncü kereler için azıcık kıpırdanmışlardır, kesinlikle diyorum, daha fazla kereler bile izlenmeye değer bir film.
İngilizlerin acımasız eleştiri uzmanı yönetmen Danny Boyle'dan ciddi bir insanlık sorgulaması bu film.
Bir kaç eylemcinin bilimsel araştırmalarda denek olarak kullanılan hayvanları serbest bırakma girişimleriyle başlayan bir trajediyi izliyoruz önce. Hayvanların kuduz mikrobu taşıdığını bas bas bağıran görevliye aldırmaksızın kafeslerinde çığlık atan maymunları özgürlüğe kavuşturma çabası daha baştan ilk kurbanların kendileri olmasına sebep oluyor.
ilk maymunun saldırmasıyla eylemci kan kusuyor ve birkaç saniyede de tıpkı maymun gibi kontrolünü kaybetmiş bir kuduza dönüşüyor.
Ders 1
Birbirine giren labratuvar ortamından tam 28 gün sonrasında Resident Evil"in son sahnesinin yeniden canlanmasıyla devam ediyoruz.
Komadaki genç Jim bomboş Londra"da uyanıyor. Etrafa saçılmış gazetelerden salgın hastalık yüzünden halkın ülkeyi terkettiğini okuyor ve yine de sanki onmilyondan fazla insanın günün 24 saati hareketli tuttuğu Londra"nin bu boş halinden hiçbir mesaj almamışçasına şaşkın şaşkın dolanıyor.
Komadaki genç Jim bomboş Londra"da uyanıyor. Etrafa saçılmış gazetelerden salgın hastalık yüzünden halkın ülkeyi terkettiğini okuyor ve yine de sanki onmilyondan fazla insanın günün 24 saati hareketli tuttuğu Londra"nin bu boş halinden hiçbir mesaj almamışçasına şaşkın şaşkın dolanıyor.
Muhtemelen içgüdüsününü dinleyerek bir kilisiye gidiyor. Cemaatin topluca ölmüş halini görmesi yetmezmiş gibi insanlığından geriye sadece üstündeki kıyafetleri kalmış deli bir rahibin saldırısına uğruyor.
Ders 2
Virüs dil din ırk ayırmaz !Diğer kuduruklar da hareketlenince boş caddelerde kovalamaca başlıyor. Salgından etkilenmiş bu insanların kendilerinden olmayana saldırması bize zombileri anımsatıyor. Tabi standart bir zombinin yirmi kat hızlı hareket eden hali demek daha uygun.
Soru
Zombi mi yoksa kuduruk mu olmak isterdik ? Zombiler beyazımsı mor suratları ve uyurgezer mahmurluklarıyla karizmadan tamamen uzaklar. Tek başına bir zombinin bir insanı yakalama ve yaralama ihtimali neredeyse sıfır. Ama en azından gece gündüz demeden her yerde serbestçe gezebiliyorlar.Öte yandan kuduruklar hiperaktifler. Duyuları son derece gelişmiş ve yorulmaksızın avlarının peşinden koşabiliyorlar. Zeka seviyeleri zombilerle hemen hemen aynı ama karanlığı delip gündüze karışamıyorlar. Bu halleri I Am Legend"teki Will Smith"in Manhattan çetesini anımsatıyor tabi zeka kısmı hariç.
Ders 3
Ders 2`den ders almadıysanız ve hala hayattaysanız şunu anlayın artık: İster omuz omuza mücadele ettiğiniz dostunuz, isterse her sabah selamlaştığınız komşunuz olsun virüse bir kere bulaştıysa acımayın hemen oracıkta katledin. Sonunda olan bitene kafası basan Jim anlıyor ki hayat komaya girmeden önceki hayat değil. Ne hükümet ne ordu kalmıştır artık. Hatta kendi anne ve babası bile bu gerçeğe kurban gitmek yerine kendilerini öldürmüşlerdir.
Ama zor, gerçekten zor bir yolculuk olur bu. Sonunda Jim yanında Selena ve 12 yaşındaki Hannah ile kocaman bir malikaneyi kışlaya çevirmiş birliğe varır. Zira yolda küçük kızın babası da kaybedilenler arasına karışmıştır.
Jim`i ortadan kaldırmak isterken Selena"nın oradakilerle yatmak istememesini ve hatta Hannah"nın daha çocuk olmasına aldırmıyorlar bile.
Şiddetli yağmur ve karanlıkta her biri eğitimli askere bahçede köpek gibi besledikleri bir kuduruğu salıyor. Bir yandan kuduruk bir yandan kendisi askerleri tek tek yok ediyorlar. Bıçak kemiğe dayanınca canını kurtarmak için kanında virüs olmadan da insanın delirebileceğini gösteriyor Jim. Öyle ki onun bir askerin gözlerini parmaklarıyla oyarak öldürdüğünü gören Selena da Jim'in virüsü kaptığı için böyle çıldırmış gibi davrandığını sanıyor.
Böylesine insanı daraltan karanlık bir filmin sinemalara bağışlanan sonu biraz daha insani olmuş. Vaktini karanlık bir salonda onlarca insanla bu filme adaptasyon kurarak geçiren seyirciye kıyak yaparcasına üstlerinden uçan bir savaş uçağı sayesinde kurtuluyorlar. Tabi bir dağ evine yerleşip koca harflerle MERHABA yazmak için kumaşları kullandıktan sonra.
Tabi mantıklı geliyor insana, İngiltere sonuçta bir ada olduğu için virüs dışarı çıkamıyor. Var olan hastalıklı insanlar da açlıktan öldükleri için bizimkilerin kurtuluşları kolay oluyor.
Ama filmin DVD versyonunda üç farklı sonla evinde oturup izlemeyi seçen seyirciyi cezalandırıyor yapımcılar. Zamanında filmi izleyip benim kadar etkilenen Radyo Eksen sunucularından biri her sabah filmin soundtrack albümden parçalar çalması yetmezmiş gibi filmin diğer sonunun oldukça can sıkıcı olduğundan bahsetmişti. Ama üçüncü bir son olduğundan muhtemelen kendisinin bile haberi yoktu.
Uzun bir film boyunca insanlığın insanlığa kırdırıldığını izleyip bir de sonunda kendinizden nefret ettirecek bir sonla filmi bitirmek biraz haksızlık bence. Ancak tüm filmde anlatıldığı gibi insanlık için esas tehlikenin virüs değil zor koşullarda sizi arkanızdan vuracak sağlıklı insanlar olduğu gerçeğiyle yüzleşmek de inkar edemeyeceğim bir durum.
Filmi uzun uzun anlatmamın sebebi de biraz bu gerçekle filmi izlemiş, izlememiş herkesin yüzleşmesi. Bu tip filmlerden hoşlanmıyor olsanız da nasıl olsa uzun uzadıya anlattım, korkulacak bir yeri kalmadı, oturun izleyin. Filmi zaten izlemişler de eminim ikinci ya da üçüncü kereler için azıcık kıpırdanmışlardır, kesinlikle diyorum, daha fazla kereler bile izlenmeye değer bir film.
15 Eylül 2009 Salı
Deliler deliller
Bir öyküde delilik sorgulaması yapılırken deli olmanın karşıtlığının sorguladığını okumuştum. Yazar nedir diye soruyordu deli olmanın karşıtlığı ve bulduğu karşılık aptal olmaktı.
Sahi deli olmak nedir ki zıtlığı olsun diye düşündüm. Çünkü deli olmanın karşılığının normal olmak olmadığını gayet iyi biliyorum. Normal olmanın tanımını hala bulamamış olduğum için deliliğin zıttı boş kalıyordu.
Bir de ön sıfatı dahi tamamlayıcısı deli olan ünlülerle dolu sanat ve bilim tarihini düşününce çoğumuz deli olmayı aptal olmaya tercih ediyoruz sanırım.
İzlediğim bir dizide yıllar sonra bir okul arkadaşıyla karşı karşıya gelen dedektif kendisine deli teşhisi konduğunu itiraf ediyordu. Okul arkadaşı peki mutlu deli mi yoksa üzgün deli misin ? diye sorduğunda da kafam karıştı. Bir insan deli olduğunu kabul edene kadar mutlu mudur acaba ? Ve bir gün çevresindeki herkesten farklı olduğunu insanların bakışlarından anladığında deliliğini fark edip mutsuzlaşır mı ?
Yanıtı da delili de kendimizden başka herkese yansıttıklarımızda gizli galiba..
Sahi deli olmak nedir ki zıtlığı olsun diye düşündüm. Çünkü deli olmanın karşılığının normal olmak olmadığını gayet iyi biliyorum. Normal olmanın tanımını hala bulamamış olduğum için deliliğin zıttı boş kalıyordu.
Bir de ön sıfatı dahi tamamlayıcısı deli olan ünlülerle dolu sanat ve bilim tarihini düşününce çoğumuz deli olmayı aptal olmaya tercih ediyoruz sanırım.
İzlediğim bir dizide yıllar sonra bir okul arkadaşıyla karşı karşıya gelen dedektif kendisine deli teşhisi konduğunu itiraf ediyordu. Okul arkadaşı peki mutlu deli mi yoksa üzgün deli misin ? diye sorduğunda da kafam karıştı. Bir insan deli olduğunu kabul edene kadar mutlu mudur acaba ? Ve bir gün çevresindeki herkesten farklı olduğunu insanların bakışlarından anladığında deliliğini fark edip mutsuzlaşır mı ?
Yanıtı da delili de kendimizden başka herkese yansıttıklarımızda gizli galiba..
7 Eylül 2009 Pazartesi
Baş ağrılı insan yarım insan
Yaz bitti neredeyse ama etkisi geçmiyor.
Hala parası bol bir millet olmalıyız ki deliler gibi klimayı köklüyoruz bütün kapalı mekanlarda. Sanki sigara içme yasağı gibi her kapalı mekanda ortalama 16 derecede soğuk hava zorunluluğu var. Böyle olunca dışarıda deli gibi terleyip sonra buz gibi mekanlara dalınca şansı olanlar nezle ya da hafif grip benim gibi bahtsızlar da sinüzüt işkencesine teslim oluyor.
Sinüzit belası yüzünden ameliyat oldum ama yaz ayları hala kabusum olmaya devam ediyor.
Sinüzit ağrısı yüzünden her gün iki adet baş ağrısı ve biner miligramlık antibiyotikerle kendimi zehirliyorum. Üstelik doğru dürüst nefes alamadığım için ağrının da etkisiyle gece erkenden balyoz yemiş gibi uyuyor sabah aynı yorgunlukla uyanıyorum.
Suni iklim değişiklikleri işte bünyede böyle hasara sebep oluyor. Demiyorum klima kötü, tam tersi hakikaten hayat kurtarıyor. Ama ortamı buzhaneye çevirmeye de gerek yok herhalde. Normal oda ısısında da tutabiliriz herhalde ortamı, 21-22 derece gibi ?
Bu yüzden yaz bitsin istenir mi ya ? Haksızlık..
2 Eylül 2009 Çarşamba
Neden kimse artık Queen dinlemez oldu ?
Halbuki her çıkardıkları hit parça mutlaka ses getirir, Rock dinlemeyen insanların bile ağzına dolanan parçalarla herkesin bildiği bir gruptu Queen.
Belki Freddie Mercury ne Jim Morrison ne de Kurt Cobain kadar çekici bir solist olmadığı için kimse anımsamıyor artık rahmetliyi. Halbuki o da AIDS gibi ses getiren bir hastalık yüzünden yok olup gitmişti..
Üstelik de deli dolu yaşam biçimi sahneye de taşan karizmatik bir solistti.
70li yılların ortaları ve sonlarına doğru çıkardıkları hitler, 80lerde az biraz sertleşen ve şekil değiştiren Rock tarzları ve 90ların başındaki son vuruşla her devrin nesline aitti Queen.
Yani Bohemian Rhapsody gibi onlar aslında hep aynı grup oldukları halde farklı zamanlarda değişik türlere bölünmüş gibiydiler.
Kimi zaman Who Wants To Live Forever gibi yumuşak sound'ta başlayıp opera kıvamında bitirdiler. Don't Stop Me Now'da ise hızla akıp gittiler. Radio Gaga'da 80lerin saf sintisayzırını şekillendirdiler. I Want It All'da ise gürültücü bir Hard Rockçı oldular. Crazy Little Called Love'da bu sefer 50lere döndüler. Enstrümanları ikinci plana atıp koro halinde We Will Rock You diye ortalığı inlettiler. I Want To Break Free'de kişisel isyanın eğlencesini gösterdiler, Hatta yeri geldi We Are The Champions diyerek marş dahi yazdılar.Ve Love of My Life'ta kalbi kırık bir aşığın sessiz ama yürek burkan baladını ortaya koydular.
Son olarak da Freddie Mercury artık ölümüne yakın olduğunu hissettiği günlerde These Are The Days diyerek vedasını yaparken, grup Mercury ile son kapanışını Show Must Go On diyerek yoluna devam edeceğini ortaya koydu.
Gitarist Brian May birşeyler denedi ama Freddie Mercury gibi ön plandaki bir solistsiz Queen bugün var mı yok mu belli değil.
Fakat herkesin gecenin sonunda deli gibi dans ettiği bir düğün olsun, 80ler partisi olsun, kazananın coştuğu bir maç olsun ve hatta şöyle derinden bir Bismillah duyulsun, Queen aslında her an aramızda..
O zaman neden kimse artık Queen dinlemez oldu ?
Belki Freddie Mercury ne Jim Morrison ne de Kurt Cobain kadar çekici bir solist olmadığı için kimse anımsamıyor artık rahmetliyi. Halbuki o da AIDS gibi ses getiren bir hastalık yüzünden yok olup gitmişti..
Üstelik de deli dolu yaşam biçimi sahneye de taşan karizmatik bir solistti.
70li yılların ortaları ve sonlarına doğru çıkardıkları hitler, 80lerde az biraz sertleşen ve şekil değiştiren Rock tarzları ve 90ların başındaki son vuruşla her devrin nesline aitti Queen.
Yani Bohemian Rhapsody gibi onlar aslında hep aynı grup oldukları halde farklı zamanlarda değişik türlere bölünmüş gibiydiler.
Kimi zaman Who Wants To Live Forever gibi yumuşak sound'ta başlayıp opera kıvamında bitirdiler. Don't Stop Me Now'da ise hızla akıp gittiler. Radio Gaga'da 80lerin saf sintisayzırını şekillendirdiler. I Want It All'da ise gürültücü bir Hard Rockçı oldular. Crazy Little Called Love'da bu sefer 50lere döndüler. Enstrümanları ikinci plana atıp koro halinde We Will Rock You diye ortalığı inlettiler. I Want To Break Free'de kişisel isyanın eğlencesini gösterdiler, Hatta yeri geldi We Are The Champions diyerek marş dahi yazdılar.Ve Love of My Life'ta kalbi kırık bir aşığın sessiz ama yürek burkan baladını ortaya koydular.
Son olarak da Freddie Mercury artık ölümüne yakın olduğunu hissettiği günlerde These Are The Days diyerek vedasını yaparken, grup Mercury ile son kapanışını Show Must Go On diyerek yoluna devam edeceğini ortaya koydu.
Gitarist Brian May birşeyler denedi ama Freddie Mercury gibi ön plandaki bir solistsiz Queen bugün var mı yok mu belli değil.
Fakat herkesin gecenin sonunda deli gibi dans ettiği bir düğün olsun, 80ler partisi olsun, kazananın coştuğu bir maç olsun ve hatta şöyle derinden bir Bismillah duyulsun, Queen aslında her an aramızda..
O zaman neden kimse artık Queen dinlemez oldu ?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)