29 Nisan 2009 Çarşamba

2 Mayıs sabahı

Çocukken 1 Mayıs benim için bir zamanlar tatil olan ama artık okula gitmemiz gereken her hangi bir gündü. Ortaokuldayken servis saatinden önce hazırlandığım bir sabah oyalanmak için televizyonu açtığımda ise 1 Mayıs'ın ne olduğu daha bir şekillendi kafamda.

RTL kanalı sabah haberlerinde bir gün önceki 1 Mayıs gösterilerini ülke ülke gösteriyordu. Fransa'yı, İngiltere'yi gösterdiğini hatırlıyorum. Göstericiler, polis barikatı ve birbirine girmiş ortalık manzarası.
Almanya'daki gösterilerde ise polis panzerlerinin göstericileri dağıtmak için üstlerine tazikli su sıktığını görmüştüm ve bu o yaştaki halimle daha insani bir yöntem mi acaba diye kafama bir fikir düşürmüştü. Ancak tam o anda panzerin sadece göstericileri değil rastgele herkesi ıslatmaya meraklı yaramaz çocuk gibi suyu önüne gelene fışkırttığını farkettim. Çünkü tam da o anda bisikletle oradan geçen bir adam da sırtından onu uçuran suya marzu kalmış bir yandan eliyle küfreren işaretler yolluyor bir yandan da sırtına çarpan suyun şiddeti yüzünden dengesini kaybetmemeye çalışıyordu. Gerçi çocuk-ergen halimin acımasızlığıyla zavallı adama çok gülmüştüm ama bir bakıma o görüntü benim için 1 Mayıs'ın sembolü oldu. Yani sokakta olan herkesin etkisinde kaldığı gün olduğunu kısaca anlamış oldum.

90'lı yılların ortalarında 1 Mayıs'ın işçi bayramı falan değil Kadıköy'ü talan etme günü ilan edilmesi yüzünden halk olarak 1 Mayısı kısmı gönüllü sokağa çıkmama günü olarak kabullendik. Kadköy'deki o 1 Mayıs'ta bankaların camlarını indirmek için cama tekmelerle dalan, daha yeni açmış laleleri yolan acayip bir topluluk vardı televizyonlarda. O yüzden dedik ki sınırlı da olsa bu güzel bahar günü sizin olsun biz daha canımıza susamadık.

Ama sonra 1 Mayıs hafta içine denk geldi ve gönüllü dışarı çıkmama işe ya da okula gitme zorunluluğu ile çakıştı. O zaman da büyüklerimiz sağolsun özellikle İstanbul'da dediler ki 1 Mayısta iki kıta bir araya gelemez. Servislerde araçlarda saatlerce bekledik, deniz ulaşımı zaten iptaldi. Noldu peki, sabah yedibucukta çıktığım eve onbirbucukta aynen geri döndüm.

Bu sene daha vahimi ortalıkta patlamaya hazır bombalar var deniyor. Tanıdığım kimse artık tatil olan 1 Mayısta dışarı çıkmaya cesaret edemiyor.

Adı da anlamı da hala kafalarda bir çok farklı görsel oluşturan 1 Mayıs bu sene de belli ki evimizin dışında yaşanacak. 2 Mayıs sabahı da televizyonu acip dünyadaki 1 Mayıs gösterilerini izlerken yine o ortaokuldaki halimle, yani herşeyden uzak modda bakacağım olan bitene..

15 Nisan 2009 Çarşamba

Baladların anlatmak istediği

Posion " Every rose has its thorn" parçasında aşkın zamanla sönen ateşinin bir çifti ayrılığa kadar götüren hikayesi anlatılır. Yanyana yatarken birbirinden kilometrelerce uzak hisseden sevgililer ve hislerini belki de asla doğru ifade edemediği için bu uzaklığı kendisi sebep olan genç aşığın son pişmanlığıdır hikaye. Sevdiği kadın artık bir başkasını bulmuştur. Aşk bittiğinde açılan yara çok canını yakmış, zamanla iyileşmiş ama izi kalmıştır. Şimdi ise kadının bir başka sevgilisi vardır ve yara acımaktadır. Teselliyi her gecenin bir şafağı ve her gülün de dikeni olduğunu, bunun da aşkın uzantısı olduğuna inanarak kendini koyverir. Ama giden gitmiştir tabi..
Skid Row " I remember you" parçasında hayatının aşkını yaşamış ve üzerinden şimdi çok geçmiş olmasına karşın hala o güzel günleri yaşayan melankolik bir aşığın haykırışını anlatır. Daha dün gibi hatırladığı ele ele geçen bitmez tükenmez günler, uykusuz geceler, aşk mektupları ve o unutulmaz yaz..Bir öpücük için hayatını vereceği, bir gülüş içinse öleceği o günlerden sonra şimdi yağan yağmura bakıp içten içe istemektedir eski aşkından; o günleri onun da böylesine net hatırladığını, onu hatırladığını söylemesini..

Guns N' Roses " I used to love her" parçasında aşk-nefret-bezginlik-saplantı dörtgeni içinde sonunda delirip sevgilisini öldüren bir aşığın isyanını dillendirir. Onu çok seviyordum ama öldürmem de gerekiyordu diye dürüstçe anlatır genç adam. Onu öldürdüm ve onsuz da yapamayacağım için arka bahçeme gömdüm; ama hala söylendiğini duyabiliyorum diye itiraf etmesi zaten olayın güzel bir özeti gibidir..

9 Nisan 2009 Perşembe

Adamım Tecavüzcü Coşkun

Çocukken filmlerde bu adamı gördüğümde ürperirdim. Çünkü filmde bir sahnede gözüktüyse bir sonraki sahne kesin acı ve gözyaşı olurdu. Ama çocukluk saflığı yerini muzip bakış açısına bırakınca Tecavüzcü Coşkun'un kendini gösterdiği her film benim için eğlenceye çağrı olmaya başladı.

İster eroin ve kokainin havalarda uçuştuğu bir Ahu Tuğba filmi olsun, ister acıların çocuğu Emrah'ın ezik suratla acı arabeskini çığırdığı bir film, isterse de Kadir İnanır'ın boynunda beyaz atkı " Ne var ülennnn" diye ortalığı inlettiği bir mafya bozması film, hangi tür olursa olsun Coşkun gözüktüğü anda filmin esas heyecanının yükseldiği esas ana gelindiğini bilirsiniz.

Sanki Tazmanya Canavarı gibi girdiği ya da gönderildiği ortamda acımadan ortalığı birbirine katıp mutlaka hedefteki hatun kişiye tecavüz eden, yüzünde o hafif sadistçe ama daha çok eğlendiği için insana komik görünen tipik gülüşüyle her filmde aynıdır Tecavüzcü Coşkun. Sanki adam gerçek hayatta da önüne gelene tecavüz eden, huzur bozan bir kontrol edilemez mahluk gibidir. Ya da bu adamın en sevdiği roldür ve sanki bir hobi gibi bu işi üstlenmiştir.

Belki de bu yüzden belki de gerçek hayatında İstanbul'dan uzakta kaderin cilvesi gibi üç kız çocuğu babası olarak filmlerdekinden alakasız sakin bir aile hayatı sürdürdüğü için takdir ederim bu beyfendiyi.

Oynadığı yüzün üzerindeki filmin sadece dört ya da beşinde tecavüz edememiş olmaktan gocunmamış; Ertem Eğilmez'in Türk Sinemasını tek bir filmde anlattığı Arabesk'te yolunu kaybetmiş Müjde Ar'a gönüllü olarak İstanbul'u gösteren ( ! ) nam-ı diğer T.C. başrolleri bile geride bırakan karakter oyunculuğuyla başlı başına bir tezdir. Belki de üniversitelerde bile okutulması gerekir :)

1 Nisan 2009 Çarşamba

V.C. Andrews kişisel pornomdur

Kitap kulübü altında aylık kitap tartışmaları oluşumunu hayata geçirdiğimiz şu günlerde kirli çıkınımı da ortaya koymanın zamanı gelmiştir diyorum ve itirafa başlıyorum:


Ortaokuldayken yakın arkadaşlarım V.C. Andrews ve onun ensest özendirici kitabı Çatı'dan bahsettiklerinde, kabul ediyorum, okumak için yanıp tutuşmuştum. Okudum, sonra devamı serilerini bitirdim Defalarca arkadaşlarımla birlikte kitap ve karakterler üzerine konuştuk durduk.

Ardından aslında çoktan ölmüş yazarın adıyla birbirinin benzeri olmasına karşın yayınlanan diğer serileri de ciddi ciddi takip ettim. Sonra yaş geldi artık 25 derken V.C. Andrews ve onun ağbisine aşık genç kız romanlarının nihayet suyu çıktı. Ben de artık kitap konusunda tarzını oturtmuş güya kitap konusunda seçici bir okur olduğum için bu hevesi bitirdim.

Ya da öyle sandım..


Bundan 3-4 sene evvel öncesinde Ecinniler ve sonrasında Karamazof Kardeşler macerası sonrası bastırılmış bağımlılığım hortladı ve işte o zaman daldığım ilk kitapçıdan kaptım bir V.C. Andrews romanı. Sanırım iki üç günde bitirdim ve hemen devam kitabını aldım. İlk ikisi yeterli olmuş olmalıydı. Serinin devamını alıp okumak yerine ancak kitap arkasındaki özetlere göz gezdirerek ne olup bittiğini öğrenmekle yetinmeyi becerebildim.

Ancak içimdeki o gizli V.C. Andrews bağımlılığı ne yazık ki dinmemişti. Hatta kabarmıştı. Bunu da dizginlemenin en iyi yolu kendi V.C. Andrews romanımı kendimin yazmasıydı.

Ve o gün bugündür, bir türlü bitemeyen yüzkusur sayfaya ulaşmış P.V. Andrews takma adıyla yazdığım romana da böylece başlamış oldum. Ne zaman V.C. Andrews okumam lazım krizi gelse klavye başına geçip saatlerce yazdım durdum. Şimdi el atmayalı bir yılı aşkın süre geçti, demek ki yakında kriz yakındır her an el atıp bitirebilirim romanı.

Ya da kendimdem geçip kulüptekilere zorla okuturum, bilmiyorum, bilemiyorum :))