26 Şubat 2009 Perşembe

Kedi düşmanı site

Blog yazmaya ilk once yaşadığım siteyi çekiştirerek başlamıştım. Şimdi bunu bir adım öteye götürerek iyice sataşma modunda devam edeceğim...
Yaklaşık 10-12 apartmandan oluşan sitemizde bu kar kış günlerinde nasıl muhattap olabiliyorlarsa bir grup sakin sitedeki kedilerden rahatsızlık duymaya başlamış. Yaz aylarında yürüyüşe çıktığında fazla sırnaşan ya da mangal yapmak istediğinde sinek gibi yapışan kediler yüzünden derseniz gene bir derece ama insanın olabildiğince iç mekanlarda kalmak istediği bu günlerde kedilerin de bir köşeye sinip ısınmaya çalıştığı düşünülürse o cüce büsseleriyle nasıl bir rahatsızlık verebileceklerini benim hayal gücüm almıyor.

Bu rahatsızlıktan (!) dolayı site yönetimi kedileri toplayıp uzak bir yere atacakmış. Bunu utanmadan da apartmanların girişine duyuru olarak asmışlar.

Aslında buradan değil de sitenin yok paspas yoktu düştüm belimi incittim şeklinde sürekli yakınan prens ve prenseslerinin şikayatlerini sıraladıkları e-groups'a yazacaktım. Ancak daha önceki hayat tecrübelerime güvenerek bu kedilerden kurtulma yönteminin işe yaramayacağını bildiğim için hem de buradan daha özgürce saydırabildiğim için sesimi şimdilik burada yükseltiyorum.

Öncelikle, ben bu sitedeki kadar obez ve sağlikli kedi hiçbir yerde görmediğim için bunları ne kadar uzağa atsalar da bu uyanık hayvanlar azmedip döneceklerdir.

Diğer konu, biraz hafızamızı zorlar ve aslında hepimizin tozlu sokaklar, kapağı olmayan paslı bidon çöpler içindeki mahallelerde büyüdüğümüzü anımsarız. Iki saati geçen yağmurlarda anında iflas eden alt yapiya sahip sokaklarımızın üstü bugün daha temiz gözükse de aşağıdaki durum eskisinden de daha vahim. Bu haldeki kentlerimizde ortalıkta olması gerekenden daha az fare ve sıçana rastlamamızın tek sebebi her köşe başında karşımıza çıkan kedilerdir kuşkusuz.

Bu durumda tombul ve temiz kedilerden rahatsız olan benim site insanım ondan daha ufak, daha hızlı, yüzlerce virüs ve mikrobu bünyede barındırabilen, bir seferde en az yirmi yavru doğurabilen ve bu sayede hızlıca üreme beceresine sahip bir diğer bıyıklı hayvancıklarla yaşamayı kısa sürede öğrense iyi olacak.

19 Şubat 2009 Perşembe

Oy vermek oyulmaya giden yol mu ?

Artık kime oy versen sonuç değişmiyor buhranı çöktü, havadaki kokudan görebiliyorum. Aslında oy vermekten soğumuş kitle iktidar partisine değil de muhalefete daha yakın olan kesim. Ve çıkmaz da oylarını hak edecek bir ismin ya da partinin olmadığına inanmaktan kaynaklanıyor.

Ben buna bizimkisi gibi kağıt üzerinde yönetim sistemi belirlenmiş ama gerçek yaşama geçmemiş toplumlarda olağan süreç olarak bakıyorum.

Oy vermeyenlere para cezasının kesildiği dönemde, ben daha ilkokuldayken annem de bir seçimde bu buhrana yakalanmıştı. O zamanlar oy veremediğimden midir yoksa oy vermesini istediğim partiye inandığımdan mı bilmiyorum ama akşam dörde kadar başının etini yetmişim kadının git de git diye. Sonunda tam da oy verme süresinin bitmesine yarım saat kala ev kıyafetlerini çıkarıp söylenerek çıkmıştı evden , hem de benim istediğim partiye oy vermek için. O zamanlar daha milliyetçi, sisteme daha fazla inanan saf bir çocuktuk ve oy vermek gözümde yüce bir eylemdi.

Bugün ben annemin o günlerdeki buhranına henüz kapılmadım. Karamsar olduğum nokta gerçekten inandığım bir insanın seçileceğine inansam bile o insanın getirileceği noktayı artık kral tahtı olarak algılaması olacak.

Yani kısaca hadi diyelim gerçekten o adam, kadın neyse geldi belediye başkanı, belediye meclis üyesi seçildi. O andan itibaren sanki bize hizmet için bizim tarafımızca seçilmiş değil de babadan doğma bu hakkı elde etmiş üstün bir ırk gibi tepemize çöreklenecek olması beni irite ediyor.

Bu insan sokağa çıktığında önünde eğilip bükülen, elini öpmek için birbirini ezen halk, soru sormaktan çok yalakalıkla yaklaşan muhabirler, illa ki o ceketin düğmelerini ilikleyerek önünde hazırola geçen bürokratları gördükçe delireceğim, biliyorum.

Bir insanı seçiyorsam tepeme çıkmasını değil, gönüllü olduğu o işi yapmasını beklerim, doğal olan bu değil midir ?

Oy vereceğim kesinlikle. Ama bu yalaka halktan kendini arındırabilecek, kendisini o mevkiye getiren insanlardan üstün görmeyecek birilerini bulsam daha çok içime sinecek bu oy !

17 Şubat 2009 Salı

Gülme ve ağlama manyağıyız biz


Çocukken Türk filmlerini hem izler hem de bir yandan onlarla dalga geçerdik. O fındık beyinlerimizle bile 70li ve 80li yılların o tek düze filmlerinin banalliğini görebiliyorduk. Tabi o zamanlar bilmediğimiz zavallı film yapımcılarının, yönetmenlerin tepesine çöreklenmiş çekiç gibi sansür kurulunun ağırlığıydı.

O zamanlar hep şunu söylerdik: " Türk filmiyse sonu ya acıklıdır ya da mutlu.." Bu ikisinden başka bir seçenek sunmuyordu gerçekten de filmler. Gerçi hepsinin bir aşk filmi olmasının da etkisi vardı ama sanki iki boyutlu bir dünyadan başka birşey sunmuyordu bu filmler.

O zamanlarki yokluk ve baskı yüzünden senaristlerin arabesk çağrışımlı senaryolarıyla bir nesil büyüdüğü için midir nedir bugün gelinen noktada film ve dizi zevklerimiz de böyle sıradanlaştı.

Ulusça yıllardır çarşamba geceleri televizyonun mahkumu olduk. Çünkü ağlamak istersek Yaprak Dökümü, gülmek istersek Avrupa Yakası'nı izliyoruz.

Sinemada pahalı Amerikan yapımlarını es geçip AROG'la gülüp Issız Adam'la ağlıyoruz. Yetmiyor AROG'u Recep İvedik'le kapıştırıp hangisi daha komik hangisi daha kaliteli diye ahkam bile kesiyoruz.

Günün sonunda tüm görsel zevkler ağlatma ya da güldürme amacına dayalı. Biraz kafamızı yorsun, ufak ipuçlarıyla bizi sonuca ulaştırsın, simgelerle anlatımını zenginleştirsin, bizi tedirgin etsin, kafada soru işareti bıraksın, bakış açımıza 3. göz monte etsin yok. Ya güldür ya ağlat biz böyle gördük böyle isteriz Türk sinemasından...




9 Şubat 2009 Pazartesi

Kara koyun gücü

Genlerdeki kodlama mı böyle bilmiyorum ama sürüdeki kara koyun olmak bazılarının kaçınılmaz yazgısı.

"Genel görüş"'ü çabucak benimsemek yerine aslında baştan karşı durmak değil de empoze edilmek isteneni önce kendi değerleriyle ölçüp biçip tarttıktan sonra benimsemeyi seçme hakkına sahip olmak buna neden oluyor.

Herkes böyle derken sen iyi de neden diyorsun, ileri gidip sorguluyorsun. Yetmiyor çürütmek için tezini ortaya koyuyorsun.

Tıpkı insanlık tarihinden bu yana yaşamış tüm peygamberlerin yozlaşmış topluma karşı önce tek başlarına başlattıkları mücadele gibi..

Ya da dünya düzdür, güneş de onun ekseninde döner diye tutturmuş Engizisyon önünde inatla kendi bilimsel gerçeğini savunan Galilei gibi..

Ve hatta herkes önünde secde ederken çıkıp kralın çıplak olduğunu bağıran o cesur çocuk gibi..
Kaderinizde varsa kaçamazsınız, bazen kendinizi çok yalnız ve dışlanmış hissedersiniz. Ama o tohum içinizde varsa karakoyun olmaktan kaçmayın, çıkıntılığın haklı gururunu yaşayın..



4 Şubat 2009 Çarşamba

Orhan Pamuk artık yazmasın

Orhan Pamuk'un Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığını öğrendiğimde türlü denemeler yapmış olmama karşın hala Kara Kitap romanını okumamış olduğumu fark etmiştim. Ertesi gün bu sefer artık bitirmek üzere kitaba başladım ve daha önce romana haksızlık ettiğime karar verdim. Tüm o karmaşık, insanı içine alan anlatımıyla bana kalırsa dört dörtlük bir edebiyat eseriydi Kara Kitap.

Kitap o sıralarda sık seyahat ettiğim için daha çok uçaklarda ya da havaalanlarında aktarmaları beklerken bana eşik ediyordu. Ancak ben de sorunluyum; herkesin ödül almış Orhan Pamuk'la yattığı günlerde milletin gözüne sokarcasına kitabı ortalık yerde okumamak gibi takıntım olmuştu. Dolayısıyla etrafta Türk yolcuların olmadığı anlarda kitaba el atıyor ve Türkçe konuşmalar duyulmaya başladığı anlarda kitabı sırt çantamın derinlerine gömüyordum. Bu da benim anti-popülerliğimin en açık itirafıdır :)

Artık kitabın sonlarına yaklaştığım bir gün Helsinki'den Münih'e uçmuş ve Münih Havaalanında aktarma bekliyordum. Kitabın bitmesine birkaç sayfa kalmıştı ama bekleme salonunda etrafım Türklerce çevrelendiği için tabi ki kitabı çıkarmadım. Kalkış saatine kadar alanda sakin sakin dolanıp vakit geçirdikten sonra tekrar salona döndüğümde baktım ki yolcular arasında bir köşede tek başına Orhan Pamuk oturuyor. Tam o günlerde İsveç'e gidip ödül töreninde Nobel'ini almıştı ve anlaşılan şimdi dönüyordu. Adamı gördüğümde saf saf Türklerin arasında kitabı okuyamıyorum şimdi bu adamın yanıdan nasıl okurum yahu diye geçirdim içimden. Ve sonra dank etti ki hazır yazar burada ne okuması kitabı imzalatsana dedim . Sonra da darmadağan sırt çantamda tükenmez kalem bulmaya giriştim aceleyle.

Adamın yanına gidip kitabı imzalatmak için uzattığımda Orhan Pamuk kitabın Can Yayınevi'nin çıkardığı 90lı yıllardan kalma eski bir baskısı olduğunu görünce keyiflendi. Ben de ağbimin kitabı olduğunu itiraf ettim ve kitabı ikimizin adına imzalamasını rica ettim. Benim ucuz tükenmez kalemim yerine kendi şık dolmakalemiyle imzasını attığında aklımdan tek şey geçiyordu. Hemen ağbime haber vermek ve zengin olduğumuzu söylemek :) ee, bundan bir kırk yıl sonra satsak iyi para getirirdi bu kitap ne de olsa.

İşin esprisi bir yana geçmişe dönecek olursak Pamuk'un romanları takip ettiğim yazarlar içinde benim için çok farklı şekillere girmiştir.

Daha önce de bahsetmiştim; benim için Sessiz Ev beni düzenli kitap okumaya sardıran kitap zincirlemesini başlatan ilk kitaptı. Kitabın içindeki karakterlerin birbirinden ayrışan hayat görüşü, bakış açıları ve anlatımları o kadar etkiliyecidir ki anlatılan öykünün bütününe tek taraflı değil de objektif bakarsınız. Ondan da eski Cevdet Bey ve Oğulları'ndaki bu anlatım belki de romanın daha derin olmasından dolayı sizi daha da sarar ve o takoz kalınlığındaki kitap bittiğinde boşluğa düşmüş gibi kalırsınız.
Geçmişinde, hatta gençliğinde böylesine iyi eserler çıkarmış bir yazarın olgunluk döneminde edebiyatı baştan yaratmasını beklemek de kaçınılmaz oluyor haliyle. Ancak Orhan Pamuk'u asıl üne kavuşturan Can Yayınevi'nden zamanın parasıyla 2 milyara şimdiki yayınevine transfer olması herşeyi ticarileştrdi. Başta haberi öğrendiğimde tıpkı haberi yorumlayan radyo spikeri gibi üçüncü sınıf dansözlerin bile sanatçı kabul edildiği günümüzde bir yazarın böylesi bir ücretle transfer edilmesi gerçekten umut vericiydi. Ama Orhan Pamuk'un bu transferden dolayı minnet duygusuyla çalakalem yazdığı Yeni Hayat sonun başlangıcı oldu ne yazık ki. Evet tonla sattı kırküsür baskı yaptı ama Türkiye'deki en çok satan ama en az okunan kitap ünvanından başka hiçbir değere de sahip olamadı.
Hadi dedik, yeni yayınevine jest kitabıydı, geldi geçti. Sonrasında bir de üstüne tonla ödül aldığı Benim Adım Kırmızı da bir başka anlamsız çalışma olarak raflarda yerini aldı. Belli ki Pamuk Osmanlı arşivlerini çok taramış, sözcük haznesini oldukça geliştirmişti. İçine hafifçe cinsellik serpiştip tarihi bir roman oluşturmuştu. Ancak onun yarısı inceliğindeki Beyaz Kale çok daha zengin içerikli ve Mustafa Altıoklar'ın İstanbul Kanatlarımın Altında filmine ilham olacak kadar kuvvetliydi.
Kar'a hiç değinmiyorum. Çünkü bence Orhan Pamuk aklınca dönemin politik polemikleriyle gündemdeki yerini sağlamlaştırmaya çabaladı. ama yazarın en az akılda yer eden kitabı olarak yer almanın ötesine geçemedi.

Ve sıra geldi Masumiyet Müzesi'ne. Daha kitabı bitirmedim ama yarısından sonra kitap gözümün önünde ters takla atlamaya kalksa bile beni etkilemeyeceğine emin olduğum için dayanamayıp yazmaya başlıyorum.

Dilin basitliği, karakterlerin kesinlikle okuyucuda her hangi bir yer etmeyen zayıf betimlemeleri, bir dönem romanı olmasına karşın ana karakterin kendi saplantısı ve günlük alışkanlıarının ötesine geçmeyen ülkedeki durumların üzerinden yüzeysel geçişi, bir de aklınca eski romanlarındaki karakterlere ve hatta kendisine yer vermesi o kadar banal ki açıkçası bu kadar kalın bir kitabın bu kadar başarısız olması bile başlı başına şaşırtıcı oldu benim için. Aslında roman baştan yazılmış bir hikayeden çok eski iyi şarkıların ucuz coverlarla yeniden piyasaya sürülen kötü dans parçalarına dönüşmüş hallerini getirdi aklıma.

Daha bitmemiş romanın eleştirisi mi olur, evet olur. Dediğim gibi, Pamuk gittikçe tarzını geliştiren bir yazar olacağına ne yazsam satıyor, adım marka oldu anlayışıyla tembelleştiği için zaten Masumiyet Müzesi'nden de birşey beklemiyorum.

Birbirini tekrarlayan iradesiz erkek kahramanlar ( Yeni Hayat, Benim Adım Kırmızı, Kar, Kara Kitap ) güçlü karakterleri ve güzellikleriyle ana karakterin aklını alan kadın karakterler ( bakınız üst parantez ) ve Nişantaşı'nın ötesine geçmeyen ( Cevdet Bey ve Oğulları, Kara Kitap, Yeni Hayat ) bir hayattan başka anlatacak bir hikayesi de kalmayan Orhan Pamuk artık yazmasın lütfen diyorum. Belli ki gittikçe bu döngüden kurtulamadığı gibi biz kitap severlere hayal kırıklığı ile öfke arasında gelgitler yaşatacak kitaplarla vaktimizi ziyan edecek.

O yüzden o eski güzel romanlarının hatrına, Orhan Pamuk'a yazma artık diyorum. Roman yazma !