25 Kasım 2009 Çarşamba

Tutuşuklar uyuşuklara karşı

İnsanlar gözümde ikiye ayrılır. Poposu tutuşuklar ve poposu uyuşuklar. Ben, tabi birazdan saydırmaya başlayacağım için tahmin edebilirsiniz ki tutuşuklar tarafında yer almaktayım.

Bu herhalde doğuştan gelen birşey. Eli çabuk olmaktan öte, atak davranmak, bir adım atmadan önce iki adım sonrasını hesaplamak ve tamamen pratik olabilmekle alakalı bir durumdur. Bir yerlere geç kalmaktan nefret etmek. Oluşan durumlarla ilgili kafadan hemen planı oluşturup hoop tamam, bu böyle yapılır ben de şunu eklerim olur biter şeklinde sürekli çözüm jimnastiği yapmak gibi arızalar da mevcuttur bizim ırkta.

Çoğumuz aynı anda birden fazla iş yapabilme becerisiyle de donatılmıştır. Sonuç iyi olur kötü olur belli olmaz ama en azından işe başlanır ve bitirilir. Biri size laf anlatırken o sırada meşgul dahi olsanız anlatılanları pür dikkat dinler, fikir bile üretirsiniz. Böylece oturduğunuz yerden ya da uzaktan çok iyi laf yetiştirirsiniz.

Poposu tutuşuk olmak insanı kesinlikle hiperaktif yapmaz. Ama poposu uyuşuklara kıyasla yüzmetre şampiyonları sayılırız.

O uyuşuklar yok mu o uyuşuklar, hepsi idamlık bence. Hayatınızı yavaşlattıkları yetmezmiş gibi zamanınızın da hırsızıdır bunlar..

Tutuşuk profilinin tam tersi, yani olabildiğince çekilmez bütün huylar bunlardadır. Sizi her zaman her yerde bekletirler ve işin insanı deli eden yanı bunu umursamazlar bile. Hatta arabayla evlerinin önüne kadar gidersiniz bunları almaya, hanımefendiler, beyefendiler ancak dakikalar sonra apartman kapısında görünürler. Biz tutuşuklar ise eziğiz ya, daha o bizi evden almaya gelen araç sokağa dönmeden evin önünde hazırolda bekleriz halbuki..

Bir de poposu uyuşuklar nasıl bir yetenekse yavaşlatılmış modda hareket ederler. Mesela dışarı mı çıkacaklar. Önce atkıyı portmantodan yavaşça alır, ağır hareketlerle boynuna sarar, ayna karşısına geçer, düzeltir, emin olur. Sonra paltosuna uzanır ama hangi paltoyu giyeceğinden emin olmak için kıyafetini kontrol eder, sonra şanslı günümüzdeysek paltosunu seçer, giyer, atkıyı tekrar düzeltir. Benzer hareketler bu sefer ayakkabıda olur. Çizme mi, bot mu, hangi renk kısmını geçip bu sefer ayakkabının boyasız olması gözüne çarpar, bir de onu boyamakla vakit geçirir.

Siz o sırada işte aşağıda arabada yamuk yumuk beklediğiniz yerde ,sokağa başka araba gelmesin yoksa nereye kaçarım, acaba bir tur atsam o sırada iner mi diye ecel terleri dökmekle meşgulsünüzdür.

Ha derseniz ki dışarı çıkmaya hazırlanan tutuşuk modeli nasıl oluyor ?

Şöyle:

Elini atar eline gelen ilk atkıyı boynuna dolar, elini atar eline gelen ilk paltonun tek kolunu giyereken ayakkabılarını da ayagina geçerir, dışarı çıkar, asansör beklerken ayakkabilarinin bagciklarini bağlar, eğer asansörsüz bir bina ise basamakları ikişer üçer iner ve kendisini almaya gelmiş kişinin arabasına bindiği anda ayakkabılarını bağlar ve hızlıca kendine çeki düzen verir.

Hayat böyledir biz tutuşuklar için.

Dolayısıyla uyuşuklara karşı tolerans sıfırdır.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Neden yazıyormuşum..

Komşum Aslı , beni gafil Mim`ledi ve günlerdir kafama takılan soruyla beni başbaşa bıraktı. Internetin nimetlerinden bu blog alışkanlığına tutulmuş birine sorulabilecek en basit soru aslında " Neden yazıyorsun ? " sorusu. Ama cidden beni zorladı bu soru.

Düşündüm falan ama aslında aklıma ilk gelen yanıt bir bakıma en geçerlisi.

Yazıyorum, çünkü yazmak yerine arkadaşlarıma ya da aileme anlatsam bana kesin anlamsız anlamsız bakacaklardır. Aklıma takılan tüm arızaları buraya yansıttığımda daha kolay kurtuluş oluyor. Diğer türlü gerçek hayatta bu kadar söylenen ve saydıran biri olmak kendimi uzaylı gibi hissettirecektir..

Hem çok konuşanlara biraz sus deme hakkı var.

Ama çok yazanlara kimsenin dur demeye gücü yetmiyor..

Adettendir, mimi başka komşulara bulaştırmak gerek. Top benden çıktı, aynı soruyu artık Attila , Baykuş ve Bir Kadın yanıtlasın..

Oh be :)

10 Kasım 2009 Salı

Mustafa hakkında herşey

Bundan bir yıl önceki gündemimiz Can Dündar'ın Mustafa belgeseliydi. Sinemalarda gösterildiği ve başrolde Atatürk olduğu için halk olarak yeni bir kahramanlık filmi görmeye koşan Amerikalılar gibi hevesle gittik izledik bu yapımı. Haliyle de beğenmedik ve başladık söylenmeye.

Heroes denen dizinin ilk sezonunu güç bela izleyip daha fazlasına dayanamayacağıma karar verip bıraktığımda millet bu dizide ne buluyor diye gerçekten kafa yormuştum. Yanıt aslında çok basitti, Amerikalılar kahramanlara bayılıyorlar. Bir dizinin içinde isterseniz 50 tane olsun isterseniz sadece Superman, Örümcek Adam, Batman olsun, filmler boyu izleyip ciddi bir tatmin yaşıyorlar.

Sanıyorum daha çocuk yaşlardan itibaren Atatürk hakkında bize empoze edilen de böyle birşey. Halk kahramanı tanımlamasını insan üstü bir yere taşıdık gibime geliyor.
Can Dündar'ın Mustafa belgeseli de bizim kafamızdaki Atatürk imgesiyle ters düştüğü için genel bir beğenmezliğe sebep oldu. Zaten adından da belli, Mustafa.

Oysa o hep Atatürk'tü ya da Mustafa Kemal Atatürk idi, hiçbirimiz için Mustafa olamadı.


Öyle olamadığı için de hayatını, ülkesinin bağımsızlığına adamış bir adamın kendini yalnız hissedebileceği ve hatta depresyona girebileceği bizim için kabul edilebilir bir gerçek dahi olamadı.


Siroz'dan öldü diye bildik, oysa neden yıllarca kendini içki sofralarında heba ettiğini merak etmedik. Yıllarca verdiği mücadele sonunda belki de kendi iç hesaplaşmaları yüzünden dostlarına bile sırt çevirmiş olabileceğini yakıştıramadık ona.

Hep asker ve politik duruşuna hayran kaldık.
Tıpkı Superman'in Clark Kent halini sıkıcı bulmamız gibi Atatürk'ün de Mustafa halini yok saydık. Kısaca, sevgili önderimizin de aslında bir insan olduğunu unuttuk..

Oysa büyük lider olmasını aslında büyük bir insan olması sağlamamış mıydı ?

6 Kasım 2009 Cuma

Tespitler

Kendi işinde gücünde olmayanlar gerçek dedikodu meraklısı oluyorlar. Bunların insanlığa zarar vermemesi için ne yazık ki ciddi bir sıkıntı ve sorunla başbaşa kalmaları lazım ki kendileriyle yüzleşip başkalarının mevzularını kendilerine konu edinmemeyi öğrensinler..

Gerçekten sıkıntısı olanlar suskun, gündelik koşturmayı kendine dert edinenlerinse çenesi düşük oluyor. Yani bir insan sürekli söyleniyor, şikayet ediyorsa anlayın ki hayat henüz ona gerçek tokadı basmamış. Basmamış ki daha silkinip acının ne olduğunu anlamamış.

Yaşamı yüzeysel algılayanlar gerçekler karşısında dehşete düşüyorlar. Görüntüye aldanıp bakmanın, anlamaktan ibaret olduğunu sanan yanılgılar yaşıyorlar. Ummadık taş baş yarar atasözünden habersiz hayatın değişkenlerinden ise tamamen uzak bir sanallıkta günlerini geçiriyorlar.

Kararsızlar günün sonunda gene kendi bildiklerini okuyorlar. İstedikleri kadar fikir sorsunlar, birilerine danışsınlar, asla kimseyi dinlemiyor bunlar aslında. Sadece kararsızlıklarını dile getirme tatminiyle oyalanıyorlar. Onlarca kişiden yorum alıyormuş gibi görünseler de alınan kararda kimsenin payı olmuyor aslında, o gene kendi kararını uyguluyor.

Hayatı fazla ciddiye alanlar kendilerini gülünç duruma düşürüyor. Tam bir çelişkiler yumağı aslında. Tepki ve yaklaşımlarında ciddiyetin dozunu kaçırdıkları için çoğu zaman büyük resmi göremiyorlar. Dolayısıyla insanların onlarla hafiften dalga geçtiğini anlamadan ısrarla aynı tonda devam ediyorlar.

Kötü gün dostları iyi gün dostlarından daha sabırlı oluyor. Çünkü onlar siz düşene kadar asla bir varlık göstermiyor ve saklandıkları kuytu köşede bekliyorlar. Siz bir yerlerde kahkahalarla gülerken, kolunuzda sevgiliniz gezip tozarken ya da çok sevdiğiniz motorunuzla hafta sonları keşiflere çıkarken hiç yakınlarınızda olmuyorlar. Ta ki bir gün bir acıyla yüzleşinceye, kendinizi çok yalnız hissedinceye kadar..